THEON
Kral’ın sesi öfkeyle doluydu. “Sen Saladhor Saan’dan da kötü bir korsansın.”
Theon Greyjoy gözlerini açtı. Acıdan omuzları yanıyordu ve ellerini hareket ettiremiyordu. Bir an için Dehşet Kalesi’ndeki eski hücresinde olduğu korkusuna kapıldı. Kafasındaki karmaşık hatıraların ateşli bir rüyanın kalıntıları olabileceğinden korktu. “Uyumuşum” diye düşündü. Ya uyumuşum ya da acı yüzünden bayıldım. Hareket etmeye çalıştığında,sırtı taşa sürtünürken o iki tarafa sallandı. Kulenin içindeki bir duvara asılıydı, bilekleri paslanmış demirlere zincirlenmişti.
Havada iğrenç bir yanık kokusu vardı. Yer sıkılaştırılmış çamurdan yapılmıştı.Tahta basamaklar duvarların içinden bir spiral halinde çatıya yükseliyordu. Hiç pencere görmedi. Kule nemli,karanlık ve konforsuzdu tek mobilyaları yüksek arkalıklı bir sandalye ve lekeli bir masaydı. Görünürde bir tuvalet yoktu ama Theon gölgede kalan bir köşede bir lazımlık gördü. Tek ışık masadaki mumlardan geliyordu. Theon’un ayakları yerden iki metre yükseklikte sallanıyordu.
“Abimin borçları,” diye homurdanıyordu kral. “Joffrey’nin de borçları, ama o piç yaratık benim akrabam falan değildi.” Theon zincirlerinin içinde döndü. O sesi tanıyordu. Stannis.
Theon Greyjoy kıkırdadı. Bir acı saplandı kollarına, omuzlarından bileklerine doğru yükseldi. Yaptığı onca şeyden,çektiği onca acıdan sonra,Moat Cailin ve Barrowton ve Kışyarı, Abel ve temizlikçi kadınları, Kargayemi ve Umberlerı, karların üstündeki yürüyüş, tüm bunların başardığı tek şey onu bir işkenceciden başka bir işkenceciye teslim etmek olmuştu.
“Majesteleri,” ikinci bir ses konuştu yumuşak bir tonla. “Üzgünüm ama mürekkebiniz donmuş.” Braavoslu, Theon onu biliyordu. Adı neydi? Tycho...Tycho birşey... “Belki biraz ısıtırsak...?”
“Daha hızlı bir yol biliyorum.” Stannis hançerini çekti. Theon bir an için adamın bankacıyı hançerleyeceğini sandı. Ondan bir damla kan bile akıtamazsınız, lordum, diyebilirdi Stannis’e. Kral bıçağın sivri ucunu sol başparmağına dayadı ve kesti. “Al işte. Kendi kanımla imzalıyorum. Bu efendilerini mutlu eder heralde.”
“Majestelerini mutlu eden, Demir Banka’yı da mutlu eder.”
Stannis başparmağından akan kana tüy kalemi batırdı ve parşömenin üstüne adını karaladı.
“Bugün buradan ayrılacaksın. Lord Bolton yakında üstümüze hücum edebilir. Senin savaşın ortasında kalmana izin veremem.”
“Bir an önce ayrılmak benim de tercihim.” Braavoslu parşömen rulosunu tahtadan bir borunun içine yerleştirdi. “Umuyorum ki Demir Tahtınız’a oturduğunuzda Majesteleri’nin önüne çıkma onuruna tekrar nail olurum.”
“Altınlarınızı almayı umduğunu söylüyorsun yani. Tatlı sözlerle uğraşma. Benim Braavos’tan ihtiyaç duyduğum şey para, boş kibarlıklar değil. Dışarıdaki muhafıza Justin Massey’i çağırttığımı ilet.”
“Seve seve... Demir Banka her zaman hizmetinizdedir.” Bankacı eğilerek selam verdi.
O çıkarken, bir başkası girdi: bir şövalye. Kralın şövalyeleri bütün gece boyunca gidip gelmişti. Yeni gelen, krala benziyor gibiydi. Zayıf, saçları siyah, gözleri soğuk, yüzü frengi izleriyle ve eski yaralarla dolu adamın üzerinde üç kelebeğin işlendiği solgun bir pardesü vardı. “Efendim,” diyegürledi, “üstat dışarıda. Ve Lord Arnolf sizinle kahvaltı etmek istediğiniiletmemi istedi.”
“Oğlu da mı gelecek?”
“Torunları da. Lord Wull da görüşme istiyor. Sizden istediği-“
“Ne istediğini biliyorum. Kral Theon’u işaret etti. “Onu. Wull ölmesini istiyor. Flint, Norrey...hepsi onun ölmesini isteyecek. Öldürdüğü çocuklar için. Değerli Ned’lerinin intikamı için.”
“İsteklerini yerine getirecek misiniz?”
“Şimdilik hain yaşarken işime daha çok yarar. İhtiyac duyduğumuz bilgiye sahip.Üstadı getir.” Kral parşomeni masadan sökercesine aldı ve gözlerini kısıp kağıda baktı. Bir mektup, Theon biliyordu. Kırılan mühürü siyah bal mumuydu, sert ve parlak. Mektubun ne dediğini biliyorum, diye düşündü kıkırdayarak. Stannis başını kaldırdı. “Hain kıpırdıyor.”
“Theon. Benim adım Theon.” Adını hatırlamak zorundaydı.
“Adını biliyorum. Yaptıklarını biliyorum.”
“Onu kurtardım.” Kışyarı’nın dış duvarı yirmi beş metre yükseklikteydi, ama atladıkları yerin altında karlar on metreden yükseğe kadar yükselmişti. Soğuk, beyaz bir yastık. Aralarında daha şanssız olan kızdı. Jeyne, onun adı Jeyne ama kız onlara asla bunu söylemeyecek. Theon kızın üstüne düşmüştü ve birkaç kaburgasını kırmıştı. “Kızı kurtardım,” dedi. “Biz uçtuk.”
Stannis homurdandı. “Siz düştünüz. Umber onu kurtardı. Eğer Mors Kargayemi ve adamları kalenin dışında olmasaydı, Bolton ikinizi de hemen yakalardı.”
Kargayemi. Theon hatırladı. Yaşlı bir adam, kocaman ve kuvvetli, kırmızı bir suratı ve dağınık, beyaz bir sakalı var. Dev gibi bir kar ayısının kürküne sarılı halde güçlü bir midillinin üstünde oturuyordu, ayının kafasını bir başlık gibi kafasına geçirmişti. Başlığın hemen altında bir gözüne bağlı lekeli, beyaz deriden bir sargı Theon’a amcası Euron’u hatırlatmıştı. Sargıyı Umber’ın gözünden söküp çıkarmak ve sargının altında sadece boş bir göz çukuru olduğunu görmek istemişti, kötülükle parıldıyan siyah bir göz yerine. Onun yerine kırık dişlerinin arasından inildeyerek şöyle demişti, “Ben-”
“-bir hain ve akraba katilisin.” diye bitirmişti Kargayemi.”O yalancı dilini tut ya da onu kaybet.”
Ama Umber kıza yakından bakmış ve iyi gözüyle kızı incelemişti. “Sen küçük kızları mısın?”
Jeyne de onaylarcasına başını sallamıştı. “Arya, benim adım Arya.”
“Kışyarı’nın Aryası, evet. En son sizin duvarlarınız içinde bulunduğumda aşçınız bize biftek ve böbrek turtası yapmıştı. Birayla servis etmişti sanırım,tattığım en güzel şeydi. Adı neydi, aşçınızın?
“Gage,” demişti Jeyne hemen. “İyi bir aşçıydı. Ne zaman limonumuz olsa Sansa ve benim için limonlu pasta yapardı.
Kargayemi sakalıyla oynamıştı. “Sanırsam, şimdiye dek ölmüştür. Sizin o demirciniz de öyle. Demiriyle ne yapacağını iyi bilirdi. Adı neydi?
Jeyne tereddüt etmişti. Mikken, diye düşünmüştü Theon. Kalenin demircisi hiçSansa için limon keki yapmamıştı, ve bu da onu kızın Jeyne Pool’la paylaştı küçük tatlı dünyalarında aşcıdan daha önemsiz biri yapmış olmalıydı.Hatırlasana, lanet olası. Baban baş kahyaydı, bütün hizmetlilerin başında ovardı. Demircinin adı Mikken, Mikken, Mikken. Onu ben öldürttüm, gözlerimin önünde.
“Mikken,” dedi Jeyne.
Mors Umber gürlemişti, “Evet.” Ondan sonra ne söyleceğini ya da ne yapacağını Theon hiç öğrenemedi çünkü tam o anda çocuğun biri elinde bir mızrakla koşarakgelmiş ve Kışyarı’nın ana kapısındaki demir parmaklığın yükseldiğini haykırmıştı. Ve işte o zaman Theon zincirlerinin içinde döndü ve krala baktı.“Kargayemi bizi bulmuş olabilir, tamam, bizi buraya o yolladı, ama onu kurtaran bendim. Kıza kendin sor.” Kız ona anlatırdı. “Beni kurtardın,” diye fısıldamıştı Jeyne, Theon onu karların içinde taşırken. Acılar içinde solmuştu kız, ama bir eliyle yanağını okşamış ve gülümsemişti. “Ben Leydi Arya’yı kurtardım,” diye geri fısıldamıştı Theon. Sonra Mors Umber’in mızrakları biranda etraflarını sarmıştı. “Bana böyle mi teşekkür ediyorsun?” diye sordu Stannis’e, bu arada zayıfça duvarı tekmeliyordu. Omuzları acı içindeydi. Kendi ağırlığı onları eklem yerlerinden sökecek gibiydi. Ne kadardır burada asılı duruyordu? Dışarıda hala gece mi vardı? Kulenin penceresi yoktu, bilemezdi.
“Zincirlerimi çöz ve sana hizmet edeyim.”
“Roose Bolton’a ve Robb Stark’a hizmet ettiğin gibi mi?” diye susturdu onuStannis. “Almayacağım sanırım. Biz senin için daha sıcak bir son planladık, hain.Ama seninle işimiz bitene kadar o son bekleyecek.”
Beni öldürecek. Bu fikir garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Ölüm Theon Greyjoy’u korkutmuyordu. Ölüm çektiği acının bir son bulması demekti. “Bitir işimi o zaman,” diye destekledi kralı. “Kafamı kopar ve bir mızrağın ucuna geçir. Lord Eddard’ın oğullarını öldürdüm, ölmeyi hakkediyorum. Ama çabuk yap. O geliyor.”
“Kim geliyor? Bolton?”
“Lord Ramsay” diye tısladı Theon. “ Oğul geliyor, baba değil. Onu almasına izin vermemelisin. Roose... Roose Kışyarı’nın duvarları içinde güvende, şişman karısıyla birlikte. Ramsay geliyor.”
“Ramsay Kar’dan bahsediyorsun yani. Piç’ten.”
“Ona asla öyle deme!” diye bağırdı Theon dudaklarından tükürük saçarak. “Ramsay BOLTON, Ramsay Kar değil, asla Kar değil, asla, onun adını hatırlamalısın, yoksa canını acıtır.”
“Denemesini çok isterim. Adı ne olursa olsun.”
Kapı dondurucu rüzgarı ve dönen kar tanelerini içeri alarak açıldı. Güvelerin şövalyesi yanında kralın çağırttığı üstatla birlikte geri dönmüştü. Üstadın gri cübbesi ağır bir ayı kürkünün altında gözükmüyordu. Arkalarından iki şövalye degeldi, her biri içlerinde bir kuzgun taşıyan bir kafes taşıyordu. İçlerinden biri, bankacı onu Asha’ya teslim ettiğinde kızın yanında duran adamdı, pardesüsünde kanatlı bir domuz olan iri yarı adam. Diğeri daha uzundu, geniş omuzlu ve adaleli. Büyük adamın göğüslüğü gümüşlü çelikten yapılmıştı ve üstüne türlü nakışlar kakılmıştı; her ne kadar aşınıp çizilmiş olsa da mum ışığında parlıyordu. Üzerine giydiği pelerinse yanan kalple tutturulmuştu.
“Üstat Tybald,” diye takdim etti güvelerin şövalyesi.
Üstat dizlerinin üstüne çöktü. Kızıl saçlı adamın sırtı öne bükük ve omuzları yuvarlakçaydı, birbirine yakın gözleri duvarda asılı duram Theon’a dönüp duruyordu. “Majesteleri, size nasıl hizmet edebilirim?”
Stannis hemen cevap vermedi. Önünde adamı inceledi, kaşları çatıldı. “Ayağa kalk.” Üstat kalktı. “Sen Dehşet Kalesi’nin üstadısın, bizimle ne işin var?”
“Lord Arnolf, beni yaralılarına bakmam için getirtti.”
“Yaralılarına mı? Yoksa kuzgunlarına mı?”
“İkisine de, majesteleri.”
“İkisine de. Stannis kelimeyi bir kırbaç sesi gibi parçalarcasına söylemişti.“Bir üstadın kuzgunu bir yere gider, sadece tek bir yere. Bu doğru mu?”
Üstad kaşlarının üstündeki teri koluyla sildi. “Tam olarak öyle d-değil, Majesteleri.Genelde öyle, doğru. Ancak bazıları iki kale arasında gidip gelmeyi öğrenebilir. Bazı kuşlar çok yeteneklidir. Ve uzun zamanda bir, öyle bir kuzgun bulunur ki kuş dört-beş kalenin adını öğrenebilir ve emredildiğinde oraya uçabilir. O kadar akıllı kuşlar yüzyılda bir gelirler.”
Stannis kafeslerdeki kara kuşları işaret etti. “Bu ikisi o kadar zeki değildirheralde.”
“Hayır Majesteleri. Keşki öyle olsalardı.”
“Söyle o zaman. Bu iki kuş nereye uçmaları için eğitildi?”
Üstad Tybald cevap vermedi. Theon Greyjoy zayıfça tekmeledi ve hafifçe güldü.Yakalandın!
“Cevap ver bana. Bu kuşları salsak, Dehşet Kalesi’ne mi dönerler?” Kral önedoğru uzandı. “Yoksa onun yerine Kışyarı’na doğru mu giderler.”
Üstad Tybald cübbesine işedi. Theon asıldığı yerden karanlık lekeleri göremiyordu, ama idrar kokusu keskin ve güçlüydü.
“Üstad Tybald dilini kaybetti,” diye bildirdi Stannis şövalyelerine. “Godry,kaç tane kafes buldunuz?”
“Üç tane, Majesteleri,” dedi, gümüşlü göğüslüğü olan büyük şövalye. “Biri boştu.”
“M-Majesteleri, benim uymam gereken bir emir var, hizmet etmek, biz...”
“Yeminlerinizi çok iyi biliyorum. Öğrenmek istediğim şey Kışyarı’na yolladığın mektubun içinde neler olduğu. Acaba Lord Bolton’a bizi nerede bulabileceğini söylemiş olabilir misin?”
“E-efendim.” Yuvarlak omuzlu Tybald saygın bir tavırla doğruldu.
“Cemiyetimin emirleri Lord Arnolf’un mektuplarının içeriğinden bahsetmemi yasaklıyor.”
“Yeminlerin idrar torban daha kuvvetli gibi gözüküyor.”
“Majesteleri anlamak zorundasınız ki-”
“Zorunda mıyım?” Kral omuz silkti. “Sen öyle diyorsan... Bilge bir adamsın sonuçta. Ejderha Kayasın’nda bir üstadım vardı, neredeyse bir babaydı benim için. Cemiyetin ve yeminlerine saygım sonsuz. Ne var ki Ser Clayton benimle benzer duyguları paylaşmıyor. O öğrendiği her şeyi Flea Bottom’un arka sokaklarında öğrenmiş. Onu senin başına bıraksam, seni kendi zincirlerinle boğabilir ya da bir kaşıkla gözünü çıkarabilir.”
“Sadece bir gözünü, Majesteleri,” diye atıldı kafası kelleşmeye yüz tutmuşşövalye, pardesüsünde kanatlı domuzu taşıyan. “Diğerini bırakırdım.”
“Bir üstadın mektup okuyabilmesi için kaç tane göze ihtiyacı var?” diye sorduStannis. “Bir tanenin yeteceğine inanıyorum. Seni lordunun emirlerine uymaktan alıkoymak istemem. Roose Bolton’un adamları bize saldırmak için şu anda yolda olabilirler, işte o yüzden, anlamalısın ki bir takım kibarlıkları bırakmak zorundayım. Sana tekrar soracağım. Kışyarı’na yolladığın mesajda neler vardı?”
Üstad titreyerek yanıtladı. “Bir h-harita, Majesteleri.”
Kral sandalyesinde geri yattı. “Çıkarın şunu buradan,” diye emretti. “Kuzgunları bırakın.” Boynunda bir damar bariz bir şekilde atıyordu. “ Ben onunla ne yapacağıma karar verene kadar bu gri yaratığı kulübelerden birine hapsedin.”
“Dediğiniz yapılacaktir,” dedi büyük şövalye. Üstad bir başka kar ve soğuk rüzgarı içinde kayboldu. Geride sadece üç güveli şövalye kalmıştı.
Stannis asılı duran Theon’a ters ters baktı. “Buradaki tek hainin senolmadığını anlamış olduk. Keşke Yedi Krallık’taki her lordun sadece tek bir boyunu olsaydı da...” Şövalyesine döndü. “Ser Richard, ben Lord Arnolf’la kahvaltı ederken, sen adamlarının silahlarını alacaksın ve onları gözaltında tutacaksın. Çoğu uyuyor olacak. Karşı koymadıkları sürece onlara zarar verme.Belki de durumdan haberleri yoktu. Bu konuda bazılarını sorgula...ama tatlı bir dille. Bu hainlikten haberleri yoksa sadakatlerini kanıtlama şansını bulacaklar.” Gidebileceğini belirtmek için elini salladı. “Justin Massey’i gönder.”
Massey içeri girince hemen anladı Theon, Bir şövalye daha. Yeni gelen yakışıklıydı, özenle kesilmiş sarı bir sakalı vardı. Kalın, düz saçı öylesineaçık renkliydi ki şövalyenin saçı altın renginden çok beyaza yakın bir renkteydi. Uzun ceketinin üstünde üç spiral vardı, çok eski bir hanenin çokeski arması. “Majestelerinin benim için bir görevi olduğunu duydum,” dedi dizçökerek.
Stannis başıyla onayladı. “Braavoslu bankacıyı Duvar’a geri götüreceksin. Altı iyi adam seç ve on iki at al.”
“Sürmek için mi, yemek için mi?”
Kral bu laftan hoşlanmamıştı. “Öğleden önce ayrıldığını görmek istiyorum, sör.Lord Bolton her an üstümüze çökebilir, bankacının Braavos’a dönmesi şart.”
“Eğer burada bir savaş olursa, benim yerim sizin yanınız.”
“Senin yerin ben neresini söylersem orası. En az senin kadar, hatta belki desenden iyi beş yüz tane kılıcım var; seninse hoş bir tavrın ve becerikli bir dilin var, onlar buradan çok Bravoos’ta işe yarar. Demir banka sandıklarını bana açtı. Paralarını toplayacak, bana gemiler ve satılık kılıçlar alacaksın.Mümkünse iyi anılan bir grup. Altın Grupilk tercihim olurdu, ama kontrat altındalar. Gerekirse onları Münazaralı Topraklar’da ara. Ama ilk önce Bravoos’ta bulabildiğin kadar kılıç tut ve Doğu Gözcüsü üzerinden bana yolla. Okçular da, daha fazla okçuya ihtiyacımız var.” an Kargayemi nasılda sırıtmıştı.
Theon Greyjoy gözlerini açtı. Acıdan omuzları yanıyordu ve ellerini hareket ettiremiyordu. Bir an için Dehşet Kalesi’ndeki eski hücresinde olduğu korkusuna kapıldı. Kafasındaki karmaşık hatıraların ateşli bir rüyanın kalıntıları olabileceğinden korktu. “Uyumuşum” diye düşündü. Ya uyumuşum ya da acı yüzünden bayıldım. Hareket etmeye çalıştığında,sırtı taşa sürtünürken o iki tarafa sallandı. Kulenin içindeki bir duvara asılıydı, bilekleri paslanmış demirlere zincirlenmişti.
Havada iğrenç bir yanık kokusu vardı. Yer sıkılaştırılmış çamurdan yapılmıştı.Tahta basamaklar duvarların içinden bir spiral halinde çatıya yükseliyordu. Hiç pencere görmedi. Kule nemli,karanlık ve konforsuzdu tek mobilyaları yüksek arkalıklı bir sandalye ve lekeli bir masaydı. Görünürde bir tuvalet yoktu ama Theon gölgede kalan bir köşede bir lazımlık gördü. Tek ışık masadaki mumlardan geliyordu. Theon’un ayakları yerden iki metre yükseklikte sallanıyordu.
“Abimin borçları,” diye homurdanıyordu kral. “Joffrey’nin de borçları, ama o piç yaratık benim akrabam falan değildi.” Theon zincirlerinin içinde döndü. O sesi tanıyordu. Stannis.
Theon Greyjoy kıkırdadı. Bir acı saplandı kollarına, omuzlarından bileklerine doğru yükseldi. Yaptığı onca şeyden,çektiği onca acıdan sonra,Moat Cailin ve Barrowton ve Kışyarı, Abel ve temizlikçi kadınları, Kargayemi ve Umberlerı, karların üstündeki yürüyüş, tüm bunların başardığı tek şey onu bir işkenceciden başka bir işkenceciye teslim etmek olmuştu.
“Majesteleri,” ikinci bir ses konuştu yumuşak bir tonla. “Üzgünüm ama mürekkebiniz donmuş.” Braavoslu, Theon onu biliyordu. Adı neydi? Tycho...Tycho birşey... “Belki biraz ısıtırsak...?”
“Daha hızlı bir yol biliyorum.” Stannis hançerini çekti. Theon bir an için adamın bankacıyı hançerleyeceğini sandı. Ondan bir damla kan bile akıtamazsınız, lordum, diyebilirdi Stannis’e. Kral bıçağın sivri ucunu sol başparmağına dayadı ve kesti. “Al işte. Kendi kanımla imzalıyorum. Bu efendilerini mutlu eder heralde.”
“Majestelerini mutlu eden, Demir Banka’yı da mutlu eder.”
Stannis başparmağından akan kana tüy kalemi batırdı ve parşömenin üstüne adını karaladı.
“Bugün buradan ayrılacaksın. Lord Bolton yakında üstümüze hücum edebilir. Senin savaşın ortasında kalmana izin veremem.”
“Bir an önce ayrılmak benim de tercihim.” Braavoslu parşömen rulosunu tahtadan bir borunun içine yerleştirdi. “Umuyorum ki Demir Tahtınız’a oturduğunuzda Majesteleri’nin önüne çıkma onuruna tekrar nail olurum.”
“Altınlarınızı almayı umduğunu söylüyorsun yani. Tatlı sözlerle uğraşma. Benim Braavos’tan ihtiyaç duyduğum şey para, boş kibarlıklar değil. Dışarıdaki muhafıza Justin Massey’i çağırttığımı ilet.”
“Seve seve... Demir Banka her zaman hizmetinizdedir.” Bankacı eğilerek selam verdi.
O çıkarken, bir başkası girdi: bir şövalye. Kralın şövalyeleri bütün gece boyunca gidip gelmişti. Yeni gelen, krala benziyor gibiydi. Zayıf, saçları siyah, gözleri soğuk, yüzü frengi izleriyle ve eski yaralarla dolu adamın üzerinde üç kelebeğin işlendiği solgun bir pardesü vardı. “Efendim,” diyegürledi, “üstat dışarıda. Ve Lord Arnolf sizinle kahvaltı etmek istediğiniiletmemi istedi.”
“Oğlu da mı gelecek?”
“Torunları da. Lord Wull da görüşme istiyor. Sizden istediği-“
“Ne istediğini biliyorum. Kral Theon’u işaret etti. “Onu. Wull ölmesini istiyor. Flint, Norrey...hepsi onun ölmesini isteyecek. Öldürdüğü çocuklar için. Değerli Ned’lerinin intikamı için.”
“İsteklerini yerine getirecek misiniz?”
“Şimdilik hain yaşarken işime daha çok yarar. İhtiyac duyduğumuz bilgiye sahip.Üstadı getir.” Kral parşomeni masadan sökercesine aldı ve gözlerini kısıp kağıda baktı. Bir mektup, Theon biliyordu. Kırılan mühürü siyah bal mumuydu, sert ve parlak. Mektubun ne dediğini biliyorum, diye düşündü kıkırdayarak. Stannis başını kaldırdı. “Hain kıpırdıyor.”
“Theon. Benim adım Theon.” Adını hatırlamak zorundaydı.
“Adını biliyorum. Yaptıklarını biliyorum.”
“Onu kurtardım.” Kışyarı’nın dış duvarı yirmi beş metre yükseklikteydi, ama atladıkları yerin altında karlar on metreden yükseğe kadar yükselmişti. Soğuk, beyaz bir yastık. Aralarında daha şanssız olan kızdı. Jeyne, onun adı Jeyne ama kız onlara asla bunu söylemeyecek. Theon kızın üstüne düşmüştü ve birkaç kaburgasını kırmıştı. “Kızı kurtardım,” dedi. “Biz uçtuk.”
Stannis homurdandı. “Siz düştünüz. Umber onu kurtardı. Eğer Mors Kargayemi ve adamları kalenin dışında olmasaydı, Bolton ikinizi de hemen yakalardı.”
Kargayemi. Theon hatırladı. Yaşlı bir adam, kocaman ve kuvvetli, kırmızı bir suratı ve dağınık, beyaz bir sakalı var. Dev gibi bir kar ayısının kürküne sarılı halde güçlü bir midillinin üstünde oturuyordu, ayının kafasını bir başlık gibi kafasına geçirmişti. Başlığın hemen altında bir gözüne bağlı lekeli, beyaz deriden bir sargı Theon’a amcası Euron’u hatırlatmıştı. Sargıyı Umber’ın gözünden söküp çıkarmak ve sargının altında sadece boş bir göz çukuru olduğunu görmek istemişti, kötülükle parıldıyan siyah bir göz yerine. Onun yerine kırık dişlerinin arasından inildeyerek şöyle demişti, “Ben-”
“-bir hain ve akraba katilisin.” diye bitirmişti Kargayemi.”O yalancı dilini tut ya da onu kaybet.”
Ama Umber kıza yakından bakmış ve iyi gözüyle kızı incelemişti. “Sen küçük kızları mısın?”
Jeyne de onaylarcasına başını sallamıştı. “Arya, benim adım Arya.”
“Kışyarı’nın Aryası, evet. En son sizin duvarlarınız içinde bulunduğumda aşçınız bize biftek ve böbrek turtası yapmıştı. Birayla servis etmişti sanırım,tattığım en güzel şeydi. Adı neydi, aşçınızın?
“Gage,” demişti Jeyne hemen. “İyi bir aşçıydı. Ne zaman limonumuz olsa Sansa ve benim için limonlu pasta yapardı.
Kargayemi sakalıyla oynamıştı. “Sanırsam, şimdiye dek ölmüştür. Sizin o demirciniz de öyle. Demiriyle ne yapacağını iyi bilirdi. Adı neydi?
Jeyne tereddüt etmişti. Mikken, diye düşünmüştü Theon. Kalenin demircisi hiçSansa için limon keki yapmamıştı, ve bu da onu kızın Jeyne Pool’la paylaştı küçük tatlı dünyalarında aşcıdan daha önemsiz biri yapmış olmalıydı.Hatırlasana, lanet olası. Baban baş kahyaydı, bütün hizmetlilerin başında ovardı. Demircinin adı Mikken, Mikken, Mikken. Onu ben öldürttüm, gözlerimin önünde.
“Mikken,” dedi Jeyne.
Mors Umber gürlemişti, “Evet.” Ondan sonra ne söyleceğini ya da ne yapacağını Theon hiç öğrenemedi çünkü tam o anda çocuğun biri elinde bir mızrakla koşarakgelmiş ve Kışyarı’nın ana kapısındaki demir parmaklığın yükseldiğini haykırmıştı. Ve işte o zaman Theon zincirlerinin içinde döndü ve krala baktı.“Kargayemi bizi bulmuş olabilir, tamam, bizi buraya o yolladı, ama onu kurtaran bendim. Kıza kendin sor.” Kız ona anlatırdı. “Beni kurtardın,” diye fısıldamıştı Jeyne, Theon onu karların içinde taşırken. Acılar içinde solmuştu kız, ama bir eliyle yanağını okşamış ve gülümsemişti. “Ben Leydi Arya’yı kurtardım,” diye geri fısıldamıştı Theon. Sonra Mors Umber’in mızrakları biranda etraflarını sarmıştı. “Bana böyle mi teşekkür ediyorsun?” diye sordu Stannis’e, bu arada zayıfça duvarı tekmeliyordu. Omuzları acı içindeydi. Kendi ağırlığı onları eklem yerlerinden sökecek gibiydi. Ne kadardır burada asılı duruyordu? Dışarıda hala gece mi vardı? Kulenin penceresi yoktu, bilemezdi.
“Zincirlerimi çöz ve sana hizmet edeyim.”
“Roose Bolton’a ve Robb Stark’a hizmet ettiğin gibi mi?” diye susturdu onuStannis. “Almayacağım sanırım. Biz senin için daha sıcak bir son planladık, hain.Ama seninle işimiz bitene kadar o son bekleyecek.”
Beni öldürecek. Bu fikir garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Ölüm Theon Greyjoy’u korkutmuyordu. Ölüm çektiği acının bir son bulması demekti. “Bitir işimi o zaman,” diye destekledi kralı. “Kafamı kopar ve bir mızrağın ucuna geçir. Lord Eddard’ın oğullarını öldürdüm, ölmeyi hakkediyorum. Ama çabuk yap. O geliyor.”
“Kim geliyor? Bolton?”
“Lord Ramsay” diye tısladı Theon. “ Oğul geliyor, baba değil. Onu almasına izin vermemelisin. Roose... Roose Kışyarı’nın duvarları içinde güvende, şişman karısıyla birlikte. Ramsay geliyor.”
“Ramsay Kar’dan bahsediyorsun yani. Piç’ten.”
“Ona asla öyle deme!” diye bağırdı Theon dudaklarından tükürük saçarak. “Ramsay BOLTON, Ramsay Kar değil, asla Kar değil, asla, onun adını hatırlamalısın, yoksa canını acıtır.”
“Denemesini çok isterim. Adı ne olursa olsun.”
Kapı dondurucu rüzgarı ve dönen kar tanelerini içeri alarak açıldı. Güvelerin şövalyesi yanında kralın çağırttığı üstatla birlikte geri dönmüştü. Üstadın gri cübbesi ağır bir ayı kürkünün altında gözükmüyordu. Arkalarından iki şövalye degeldi, her biri içlerinde bir kuzgun taşıyan bir kafes taşıyordu. İçlerinden biri, bankacı onu Asha’ya teslim ettiğinde kızın yanında duran adamdı, pardesüsünde kanatlı bir domuz olan iri yarı adam. Diğeri daha uzundu, geniş omuzlu ve adaleli. Büyük adamın göğüslüğü gümüşlü çelikten yapılmıştı ve üstüne türlü nakışlar kakılmıştı; her ne kadar aşınıp çizilmiş olsa da mum ışığında parlıyordu. Üzerine giydiği pelerinse yanan kalple tutturulmuştu.
“Üstat Tybald,” diye takdim etti güvelerin şövalyesi.
Üstat dizlerinin üstüne çöktü. Kızıl saçlı adamın sırtı öne bükük ve omuzları yuvarlakçaydı, birbirine yakın gözleri duvarda asılı duram Theon’a dönüp duruyordu. “Majesteleri, size nasıl hizmet edebilirim?”
Stannis hemen cevap vermedi. Önünde adamı inceledi, kaşları çatıldı. “Ayağa kalk.” Üstat kalktı. “Sen Dehşet Kalesi’nin üstadısın, bizimle ne işin var?”
“Lord Arnolf, beni yaralılarına bakmam için getirtti.”
“Yaralılarına mı? Yoksa kuzgunlarına mı?”
“İkisine de, majesteleri.”
“İkisine de. Stannis kelimeyi bir kırbaç sesi gibi parçalarcasına söylemişti.“Bir üstadın kuzgunu bir yere gider, sadece tek bir yere. Bu doğru mu?”
Üstad kaşlarının üstündeki teri koluyla sildi. “Tam olarak öyle d-değil, Majesteleri.Genelde öyle, doğru. Ancak bazıları iki kale arasında gidip gelmeyi öğrenebilir. Bazı kuşlar çok yeteneklidir. Ve uzun zamanda bir, öyle bir kuzgun bulunur ki kuş dört-beş kalenin adını öğrenebilir ve emredildiğinde oraya uçabilir. O kadar akıllı kuşlar yüzyılda bir gelirler.”
Stannis kafeslerdeki kara kuşları işaret etti. “Bu ikisi o kadar zeki değildirheralde.”
“Hayır Majesteleri. Keşki öyle olsalardı.”
“Söyle o zaman. Bu iki kuş nereye uçmaları için eğitildi?”
Üstad Tybald cevap vermedi. Theon Greyjoy zayıfça tekmeledi ve hafifçe güldü.Yakalandın!
“Cevap ver bana. Bu kuşları salsak, Dehşet Kalesi’ne mi dönerler?” Kral önedoğru uzandı. “Yoksa onun yerine Kışyarı’na doğru mu giderler.”
Üstad Tybald cübbesine işedi. Theon asıldığı yerden karanlık lekeleri göremiyordu, ama idrar kokusu keskin ve güçlüydü.
“Üstad Tybald dilini kaybetti,” diye bildirdi Stannis şövalyelerine. “Godry,kaç tane kafes buldunuz?”
“Üç tane, Majesteleri,” dedi, gümüşlü göğüslüğü olan büyük şövalye. “Biri boştu.”
“M-Majesteleri, benim uymam gereken bir emir var, hizmet etmek, biz...”
“Yeminlerinizi çok iyi biliyorum. Öğrenmek istediğim şey Kışyarı’na yolladığın mektubun içinde neler olduğu. Acaba Lord Bolton’a bizi nerede bulabileceğini söylemiş olabilir misin?”
“E-efendim.” Yuvarlak omuzlu Tybald saygın bir tavırla doğruldu.
“Cemiyetimin emirleri Lord Arnolf’un mektuplarının içeriğinden bahsetmemi yasaklıyor.”
“Yeminlerin idrar torban daha kuvvetli gibi gözüküyor.”
“Majesteleri anlamak zorundasınız ki-”
“Zorunda mıyım?” Kral omuz silkti. “Sen öyle diyorsan... Bilge bir adamsın sonuçta. Ejderha Kayasın’nda bir üstadım vardı, neredeyse bir babaydı benim için. Cemiyetin ve yeminlerine saygım sonsuz. Ne var ki Ser Clayton benimle benzer duyguları paylaşmıyor. O öğrendiği her şeyi Flea Bottom’un arka sokaklarında öğrenmiş. Onu senin başına bıraksam, seni kendi zincirlerinle boğabilir ya da bir kaşıkla gözünü çıkarabilir.”
“Sadece bir gözünü, Majesteleri,” diye atıldı kafası kelleşmeye yüz tutmuşşövalye, pardesüsünde kanatlı domuzu taşıyan. “Diğerini bırakırdım.”
“Bir üstadın mektup okuyabilmesi için kaç tane göze ihtiyacı var?” diye sorduStannis. “Bir tanenin yeteceğine inanıyorum. Seni lordunun emirlerine uymaktan alıkoymak istemem. Roose Bolton’un adamları bize saldırmak için şu anda yolda olabilirler, işte o yüzden, anlamalısın ki bir takım kibarlıkları bırakmak zorundayım. Sana tekrar soracağım. Kışyarı’na yolladığın mesajda neler vardı?”
Üstad titreyerek yanıtladı. “Bir h-harita, Majesteleri.”
Kral sandalyesinde geri yattı. “Çıkarın şunu buradan,” diye emretti. “Kuzgunları bırakın.” Boynunda bir damar bariz bir şekilde atıyordu. “ Ben onunla ne yapacağıma karar verene kadar bu gri yaratığı kulübelerden birine hapsedin.”
“Dediğiniz yapılacaktir,” dedi büyük şövalye. Üstad bir başka kar ve soğuk rüzgarı içinde kayboldu. Geride sadece üç güveli şövalye kalmıştı.
Stannis asılı duran Theon’a ters ters baktı. “Buradaki tek hainin senolmadığını anlamış olduk. Keşke Yedi Krallık’taki her lordun sadece tek bir boyunu olsaydı da...” Şövalyesine döndü. “Ser Richard, ben Lord Arnolf’la kahvaltı ederken, sen adamlarının silahlarını alacaksın ve onları gözaltında tutacaksın. Çoğu uyuyor olacak. Karşı koymadıkları sürece onlara zarar verme.Belki de durumdan haberleri yoktu. Bu konuda bazılarını sorgula...ama tatlı bir dille. Bu hainlikten haberleri yoksa sadakatlerini kanıtlama şansını bulacaklar.” Gidebileceğini belirtmek için elini salladı. “Justin Massey’i gönder.”
Massey içeri girince hemen anladı Theon, Bir şövalye daha. Yeni gelen yakışıklıydı, özenle kesilmiş sarı bir sakalı vardı. Kalın, düz saçı öylesineaçık renkliydi ki şövalyenin saçı altın renginden çok beyaza yakın bir renkteydi. Uzun ceketinin üstünde üç spiral vardı, çok eski bir hanenin çokeski arması. “Majestelerinin benim için bir görevi olduğunu duydum,” dedi dizçökerek.
Stannis başıyla onayladı. “Braavoslu bankacıyı Duvar’a geri götüreceksin. Altı iyi adam seç ve on iki at al.”
“Sürmek için mi, yemek için mi?”
Kral bu laftan hoşlanmamıştı. “Öğleden önce ayrıldığını görmek istiyorum, sör.Lord Bolton her an üstümüze çökebilir, bankacının Braavos’a dönmesi şart.”
“Eğer burada bir savaş olursa, benim yerim sizin yanınız.”
“Senin yerin ben neresini söylersem orası. En az senin kadar, hatta belki desenden iyi beş yüz tane kılıcım var; seninse hoş bir tavrın ve becerikli bir dilin var, onlar buradan çok Bravoos’ta işe yarar. Demir banka sandıklarını bana açtı. Paralarını toplayacak, bana gemiler ve satılık kılıçlar alacaksın.Mümkünse iyi anılan bir grup. Altın Grupilk tercihim olurdu, ama kontrat altındalar. Gerekirse onları Münazaralı Topraklar’da ara. Ama ilk önce Bravoos’ta bulabildiğin kadar kılıç tut ve Doğu Gözcüsü üzerinden bana yolla. Okçular da, daha fazla okçuya ihtiyacımız var.” an Kargayemi nasılda sırıtmıştı.
Sör Justin’in saçı bir gözünün üstüne düşmüştü. Saçlarını geriye itti. “ Boştaki grupların kaptanları basit bir şövalyeye kıyasla bir lorda katılmaya çok daha kolay razı olacaklardır, Majesteleri. Ne topraklarım ne de ünvanım var, bana kılıçlarını neden satsınlar?”
“Onlara ellerin altınlarla doluyken git,” dedi kral yakıcı bir tonla. “Bu ikna edici olacaktır. Yirmi bin adam yeter. Daha az kişiyle dönme.”
“Efendim, aklımdakini dürüstçe söyleyebilir miyim?”
“Çabuk konuştuğun sürece.”
“Majesteleri, bankacıyla birlikte Braavos’a siz gitmelisiniz.”
“Bu mudur tavsiyen? Kaçmalı mıyım?” Kralın yüzü karardı. “ Blackwater Savaşı’ndaki önerin de buydu, doğru hatırlıyorsam. Savaş aleyhimize döndüğünde,sen ve Horpe’un beni kırbaçlanmış bir itmişim gibi Ejderha Kayası’na sürüklemenize izin verdim.”
“O gün kaybetmiştik, Majesteleri.”
“Doğru, öyle demiştin. ‘Bu gün de kaybettik, efendim. Şimdi geriye çekilin ki tekrar savaşabilesiniz.’ Şimdi de sana kalsa buradan kaçıp Dar Deniz’inkarşısına geçip-”
“…bir ordu toplamak için, evet. Acı Çelik’in Kızıl Çayırlar Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, Daemon Blackfyre düştükten sonra.”
“ Bana tarih anlatma, efendi. Daemon Blackfyre bir asiydi ve tahtı gasp etmek istiyordu, Acı Çelik ise piçin tekiydi. Kaçtığı zaman Daemon’un oğullarından birini Demir Tahta oturtacağına yemin etti. Bunu asla yapamadı. Kelimeler rüzgardan ibarettir ve sürülenleri Dar Deniz’in ötesine götüren rüzgar, onları çok nadir geri getirir. Viserys Targaryen denen çocuk da dönmekten bahsediyordu. Ejderha Kayası’nda parmaklarımın arasından kaçtı da ne oldu,hayatını satılık kılıçların peşinde koşturarak geçirdi. Özgür Şehirler’de ona‘Dilenci Kral’ dediler. Eh, ben dilenmediğim gibi kaçmam da. Robert’in varisive Westeros’un gerçek kralıyım. Benim yerim adamlarımın yanı. Seninkiyse Braavos. Bankacıyla git, dediğimi yap.”
“Emredersiniz,” dedi Sör Justin.
“Belki bu savaşı kaybederiz,” dedi kral suratsızca. “Bravoos’ta öldüğümü duyabilirsin. Bu gerçek bile olabilir. Buna rağmen paralı askerlerimi bulacaksın.”
Şövalye tereddüt etti. “Majesteleri, eğer ölürseniz-”
“- sen benim intikamımı alacaksın, ve Demir Taht’a kızımı oturtacaksın. Ya da denerken öleceksin.”
Sör Justin bir elini kılıcının kabzasına koydu. “Şövalyelik onurum üzerine yemin ederim.”
“Ah, bir de Stark kızını yanına al. Doğu Gözcüsü’ne varmadan önce onu Lord Kumandan Kar’a teslim edeceksin.” Stannis önündeki parşömene hafifçe vurdu.“Gerçek bir kral borçlarını öder.”
Öde bakalım, hadi, diye düşündü Theon. Sahta parayla öde. Jon Kar dönen oyunu hemen anlayacaktı. Lord Stark’ın somurtkan piçi Jeyne Poole’u tanıyordu ve küçük üvey kız kardeşi Arya’dan hep çok hoşlanmıştı.
“Siyah kardeşler sana Kara Kale’ye kadar eşlik edecek.” diye devam etti kral.Demir adamlar burada kalacak, hesapta bizim için savaşacaklar. Tycho Nestoris’ten bir hediye daha. Doğru olan da bu, seni yavaşlatmaktan başka bir işe yaramayacaklardır. Demir adamlar gemilerine aitler, atlara değil. Leydi Arya’nın bir bayan arkadaşa da ihtiyacı var. Alysane Mormont’u da yanına al.”
“Onlara ellerin altınlarla doluyken git,” dedi kral yakıcı bir tonla. “Bu ikna edici olacaktır. Yirmi bin adam yeter. Daha az kişiyle dönme.”
“Efendim, aklımdakini dürüstçe söyleyebilir miyim?”
“Çabuk konuştuğun sürece.”
“Majesteleri, bankacıyla birlikte Braavos’a siz gitmelisiniz.”
“Bu mudur tavsiyen? Kaçmalı mıyım?” Kralın yüzü karardı. “ Blackwater Savaşı’ndaki önerin de buydu, doğru hatırlıyorsam. Savaş aleyhimize döndüğünde,sen ve Horpe’un beni kırbaçlanmış bir itmişim gibi Ejderha Kayası’na sürüklemenize izin verdim.”
“O gün kaybetmiştik, Majesteleri.”
“Doğru, öyle demiştin. ‘Bu gün de kaybettik, efendim. Şimdi geriye çekilin ki tekrar savaşabilesiniz.’ Şimdi de sana kalsa buradan kaçıp Dar Deniz’inkarşısına geçip-”
“…bir ordu toplamak için, evet. Acı Çelik’in Kızıl Çayırlar Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, Daemon Blackfyre düştükten sonra.”
“ Bana tarih anlatma, efendi. Daemon Blackfyre bir asiydi ve tahtı gasp etmek istiyordu, Acı Çelik ise piçin tekiydi. Kaçtığı zaman Daemon’un oğullarından birini Demir Tahta oturtacağına yemin etti. Bunu asla yapamadı. Kelimeler rüzgardan ibarettir ve sürülenleri Dar Deniz’in ötesine götüren rüzgar, onları çok nadir geri getirir. Viserys Targaryen denen çocuk da dönmekten bahsediyordu. Ejderha Kayası’nda parmaklarımın arasından kaçtı da ne oldu,hayatını satılık kılıçların peşinde koşturarak geçirdi. Özgür Şehirler’de ona‘Dilenci Kral’ dediler. Eh, ben dilenmediğim gibi kaçmam da. Robert’in varisive Westeros’un gerçek kralıyım. Benim yerim adamlarımın yanı. Seninkiyse Braavos. Bankacıyla git, dediğimi yap.”
“Emredersiniz,” dedi Sör Justin.
“Belki bu savaşı kaybederiz,” dedi kral suratsızca. “Bravoos’ta öldüğümü duyabilirsin. Bu gerçek bile olabilir. Buna rağmen paralı askerlerimi bulacaksın.”
Şövalye tereddüt etti. “Majesteleri, eğer ölürseniz-”
“- sen benim intikamımı alacaksın, ve Demir Taht’a kızımı oturtacaksın. Ya da denerken öleceksin.”
Sör Justin bir elini kılıcının kabzasına koydu. “Şövalyelik onurum üzerine yemin ederim.”
“Ah, bir de Stark kızını yanına al. Doğu Gözcüsü’ne varmadan önce onu Lord Kumandan Kar’a teslim edeceksin.” Stannis önündeki parşömene hafifçe vurdu.“Gerçek bir kral borçlarını öder.”
Öde bakalım, hadi, diye düşündü Theon. Sahta parayla öde. Jon Kar dönen oyunu hemen anlayacaktı. Lord Stark’ın somurtkan piçi Jeyne Poole’u tanıyordu ve küçük üvey kız kardeşi Arya’dan hep çok hoşlanmıştı.
“Siyah kardeşler sana Kara Kale’ye kadar eşlik edecek.” diye devam etti kral.Demir adamlar burada kalacak, hesapta bizim için savaşacaklar. Tycho Nestoris’ten bir hediye daha. Doğru olan da bu, seni yavaşlatmaktan başka bir işe yaramayacaklardır. Demir adamlar gemilerine aitler, atlara değil. Leydi Arya’nın bir bayan arkadaşa da ihtiyacı var. Alysane Mormont’u da yanına al.”
Sör Justin saçını tekrar geri attı. “Peki Leydi Asha?”
Kral biraz düşündü. “Hayır.”
“Majesteleri, bir gün Demir Adalar’ı almanız gerekecek. Eğer Balon Greyjoy’un kızını sadık adamlarınızdan biriyle evlendirip onu kullanabilirseniz bunu çok daha rahat başarabilirsiniz.”
“Sen mi?” Kral kaşlarını çattı. “Kadın zaten evli, Justin.”
“Yalandan bir evlilik, daha tamamlanmadı. Kolayca bir kenara bırakılabilir.Ayrıca damat yaşlı. Yakında ölmesi muhtemel.”
Sana kalsa kılıcın göbeğini deldiğinde ölür, Sör Solucan. Theon böyle şövalyelerin akıllarının nasıl çalıştığını bilirdi.
Stannis dudaklarını birbirine yapıştırdı. “Paralı asker konusunda beni memnun edersen arzuladığın gibi olur. O zamana dek kadın benim tutsağım olarak kalacak.”
Sör Justin başını büktü. “Anlıyorum.”
Bu tutumu ise kralı rahatsız etmişe benziyordu. “Senin anlayışına ihtiyacımyok. İtaatin yeter. Yoluna git, sör.”
Şövalye kuleyi terkettiğinde kapının dışındaki dünya siyahtan çok beyazlara bürünmüş gibiydi.
Stannis Baratheon yeri arşınladı. İçinde bulundukları kule küçüktü, dar ve rutubetli. Kralın attığı birkaç adım onu Theon’un yanına getirdi. “Bolton’ın Kışyarı’nda kaç adamı var?”
“Beş bin. Altı. Ya da daha fazla.” Krala, parçalanmış dişlerini açığa çıkartan korkunç bir gülümseme yolladı. “Senden daha fazla.”
“Sence onlardan kaç tanesini üzerimize yollar?”
“Yarısından fazlasını yollamaz.” İtiraf etmek gerekirse bu bir tahminden ibaretti ama ona doğru gibi geliyordu. Roose Bolton karların içine kör gibiatlayacak bir adam değildi, haritası olsun ya da olmasın. Ana gücünü yedekte bekletecekti, en iyi adamlarını yanında tutacak ve Kışyarı’nın kocaman çift duvarlarına güvenecekti. “Kale çok kalabalıktı. Adamlar birbirinin boğazını sıkmaya can atıyordu, Freyler ve Manderlyler özellikle. Lord; peşinize onları yollamıştır, başından savmak istediklerini.”
"Wyman Manderly." Kralın ağzı aşağılayıcı bir ifadeyle büküldü."Lord Atına Oturamayacak Kadar Şişman. Bana gelemeyecek kadar şişman, ama Kışyarı’na geliyor. Dizini büküp bana bağlılık yemini edemeyecek kadar şişman, ama şimdi kılıcını Bolton için sallıyor. Soğan Lord’umu onunla görüşmesi için yolladım,ama Şişman Lord onu bir kasap gibi doğradı ve Freyler görebilsin diye kafasını ve ellerini Beyaz Liman’ın duvarlarına astı. Ve Freyler... Kızıl Düğün unutuldu mu?"
"Kuzey hatırlar. Kızıl Düğün, Leydi Hornwood'un parmakları, Kışyarı’nın yağmalanması, Derinorman ve Torrhen Kalesi, hepsini hatırlıyorlar." Branve Rickon. Onlar aslında basit bir değirmencinin oğullarıydı. "Frey ve Manderly asla güçlerini birleştirmez. Senin için gelecekler, ama ayrı ayrı. Lord Ramsay de onları yakından takip edecektir. Gelinini geri istiyor. Leş’ini istiyor." Theon zayıfça kıkırdadı. "Majestelerinin korkması gereken kişi Lord Ramsay."
Stannis bunu duyunca öfkelendi. "Baban kendini ilk kez taçlandırdığında Victarion amcan ve donanmasını Güzel Ada’da ezdim. Fırtına Burnu’nu Menzil’in bütün kuvveti karşısında bir yıl elimde tuttum, ve Ejderha Kayası’nı Targaryenlar’dan aldım. Mance Rayder’ı benden yirmi kat fazla adamı olmasına rağmen duvarda parçalara ayırdım. Söyle bana, hain, Bolton’ın Piçi hangi savaşlar kazanmış ki ben ondan korkayım?”
Ondan öyle bahsetmemelisin! Bir acı dalgası Theon Greyjoy’un üzerinden geçti.Gözlerini kapadı ve yüzünü buruşturdu. Gözlerini açtığında, “Onu bilmiyorsun.”dedi.
"O da beni bilmiyor."
"Beni bilmiyor," diye bağırdı üstadın arkasında bıraktığı kuzgunlardan biri. Büyük, siyah kanatları kafesin parmaklıklarına çarptı.
"Bilmiyor," diye bağırdı tekrar.
Stannis döndü. "Kes şu gürültüyü."
Arkasındaki kapı açıldı. Karstarklar gelmişti.
Kral biraz düşündü. “Hayır.”
“Majesteleri, bir gün Demir Adalar’ı almanız gerekecek. Eğer Balon Greyjoy’un kızını sadık adamlarınızdan biriyle evlendirip onu kullanabilirseniz bunu çok daha rahat başarabilirsiniz.”
“Sen mi?” Kral kaşlarını çattı. “Kadın zaten evli, Justin.”
“Yalandan bir evlilik, daha tamamlanmadı. Kolayca bir kenara bırakılabilir.Ayrıca damat yaşlı. Yakında ölmesi muhtemel.”
Sana kalsa kılıcın göbeğini deldiğinde ölür, Sör Solucan. Theon böyle şövalyelerin akıllarının nasıl çalıştığını bilirdi.
Stannis dudaklarını birbirine yapıştırdı. “Paralı asker konusunda beni memnun edersen arzuladığın gibi olur. O zamana dek kadın benim tutsağım olarak kalacak.”
Sör Justin başını büktü. “Anlıyorum.”
Bu tutumu ise kralı rahatsız etmişe benziyordu. “Senin anlayışına ihtiyacımyok. İtaatin yeter. Yoluna git, sör.”
Şövalye kuleyi terkettiğinde kapının dışındaki dünya siyahtan çok beyazlara bürünmüş gibiydi.
Stannis Baratheon yeri arşınladı. İçinde bulundukları kule küçüktü, dar ve rutubetli. Kralın attığı birkaç adım onu Theon’un yanına getirdi. “Bolton’ın Kışyarı’nda kaç adamı var?”
“Beş bin. Altı. Ya da daha fazla.” Krala, parçalanmış dişlerini açığa çıkartan korkunç bir gülümseme yolladı. “Senden daha fazla.”
“Sence onlardan kaç tanesini üzerimize yollar?”
“Yarısından fazlasını yollamaz.” İtiraf etmek gerekirse bu bir tahminden ibaretti ama ona doğru gibi geliyordu. Roose Bolton karların içine kör gibiatlayacak bir adam değildi, haritası olsun ya da olmasın. Ana gücünü yedekte bekletecekti, en iyi adamlarını yanında tutacak ve Kışyarı’nın kocaman çift duvarlarına güvenecekti. “Kale çok kalabalıktı. Adamlar birbirinin boğazını sıkmaya can atıyordu, Freyler ve Manderlyler özellikle. Lord; peşinize onları yollamıştır, başından savmak istediklerini.”
"Wyman Manderly." Kralın ağzı aşağılayıcı bir ifadeyle büküldü."Lord Atına Oturamayacak Kadar Şişman. Bana gelemeyecek kadar şişman, ama Kışyarı’na geliyor. Dizini büküp bana bağlılık yemini edemeyecek kadar şişman, ama şimdi kılıcını Bolton için sallıyor. Soğan Lord’umu onunla görüşmesi için yolladım,ama Şişman Lord onu bir kasap gibi doğradı ve Freyler görebilsin diye kafasını ve ellerini Beyaz Liman’ın duvarlarına astı. Ve Freyler... Kızıl Düğün unutuldu mu?"
"Kuzey hatırlar. Kızıl Düğün, Leydi Hornwood'un parmakları, Kışyarı’nın yağmalanması, Derinorman ve Torrhen Kalesi, hepsini hatırlıyorlar." Branve Rickon. Onlar aslında basit bir değirmencinin oğullarıydı. "Frey ve Manderly asla güçlerini birleştirmez. Senin için gelecekler, ama ayrı ayrı. Lord Ramsay de onları yakından takip edecektir. Gelinini geri istiyor. Leş’ini istiyor." Theon zayıfça kıkırdadı. "Majestelerinin korkması gereken kişi Lord Ramsay."
Stannis bunu duyunca öfkelendi. "Baban kendini ilk kez taçlandırdığında Victarion amcan ve donanmasını Güzel Ada’da ezdim. Fırtına Burnu’nu Menzil’in bütün kuvveti karşısında bir yıl elimde tuttum, ve Ejderha Kayası’nı Targaryenlar’dan aldım. Mance Rayder’ı benden yirmi kat fazla adamı olmasına rağmen duvarda parçalara ayırdım. Söyle bana, hain, Bolton’ın Piçi hangi savaşlar kazanmış ki ben ondan korkayım?”
Ondan öyle bahsetmemelisin! Bir acı dalgası Theon Greyjoy’un üzerinden geçti.Gözlerini kapadı ve yüzünü buruşturdu. Gözlerini açtığında, “Onu bilmiyorsun.”dedi.
"O da beni bilmiyor."
"Beni bilmiyor," diye bağırdı üstadın arkasında bıraktığı kuzgunlardan biri. Büyük, siyah kanatları kafesin parmaklıklarına çarptı.
"Bilmiyor," diye bağırdı tekrar.
Stannis döndü. "Kes şu gürültüyü."
Arkasındaki kapı açıldı. Karstarklar gelmişti.
Karhold’un Kale Muhafızımasaya giderken yaptığı gibi zorlukla bastonuna dayanarak eğilmiş ve bükülmüştü. Lord Arnolf'ın pelerini iyi ,gri yündendi, siyah bir samurla çevrelenmişti ve gümüş bir yıldızla tutturulmuştu.
Zengin bir kıyafet, diye düşündü Theon, bir adam için zayıf bir bahane. Bu pelerini daha önce de görmüştü, bunu giyen adamı daha önce degördüğünü düşündü. Dehşet Kalesi’nde. Hatırlıyorum. Leş’i hücresinden çıkardıkları gece, Lord Ramsay ve Fahişe felaketi Umber’la birlikte oturup yemek yemişti.
Arkasındaki adam yalnızca onun oğlu olabilirdi... 50 yaşında diye tarttı kafasında Theon, tıpkı babası gibi yuvarlak, yumuşak bir yüze sahip, tabi Lord Arnolf şişmanladıysa. Onun arkasında, ondan daha genç, üç adam yürüyordu. Torunları,diye tahmin yürüttü. İçlerinden biri zincirden örülmüş bir zırh giyiyordu. Geri kalanıysa kahvaltı için giyinmişti, savaş için değil. Aptallar.
"Majesteleri." Arnolf Karstark başını eğdi. "Onur duydum."Oturmak için bir yer aradı, bunun yerine gözleri Theon’u buldu.
"Bu da kim?" Bir kalp atışı sonra kim olduğunu anladı. Lord Arnolf’ın rengi soldu. Aptal oğlu ilgisizliğini sürdürdü.
"Oturacak sandalye yok." diye bakındı sersem. Kafesin içinden kuzgunlardan biri haykırdı.
"Yalnızca benim için yer var." dedi Kral Stannis ve oturdu.
"Bu şey Demir Taht olmasa da buraya ve bu zamana uyuyor. "Güvelerin şövalyesi ve gümüş zırhlı iri adamın önderliğinde bir düzine adam kale kapısına kadar sıralanmıştı.
"Öldün sen, anla bunu," diye devam etti kral.
"Yalnızca ölümünün getirdiği hareket olayların seyrini değiştirebilir.İnkarlarla zamanımı kaybettirmeyecek kadar iyi akıl verilmiştir sana. İtiraf etve Genç Kurt’un Lord Rickard’a verdiği gibi hızlı bir sona kavuş. Yalan söyleve yan. Seç."
"Bunu seçiyorum." Torunlardan biri kılıcının kabzasını kavrayıp çekti.
Bu davranışı, kötü bir tercih olduğunu kanıtladı. Kral’ın iki şövalyesi üzerine gelirken adamın kılıcı kınından tamamen çıkmamıştı bile. Bu hareketi eli bileğinden kir ve kan içinde ayrılmasıyla sonlandı, kardeşlerinden biri karnındaki yarayı sıkıca tutarak merdivenlerde tökezledi. Düşmeden önce altı adım kadar sendeleyerek yürüdü ve sonra da sırt üstü zemine çarptı.
Ne Arnolf Karstark ne de oğlu hareket etti.
"Götürün şunları," diye emir verdi kral.
"Suratları midemi ekşitti.'' O anda beş adam bağlanıp götürüldü. Kılıç elini kaybeden adam kan kaybından bayıldı ancak kardeşi ikisine yetecek kadar karnındaki yara yüzünden çığlık attı.
"İşte bu şekilde ihanetle baş ederim ben hain," diye bilgilendirdi Stannis Theon’u.
"Benim adım Theon."
"Nasıl istersen. Söyle bana, Theon, Kışyarı’nda kaç adam Mors Umber’la birlikteydi?’’
"Kimse. Kimse yoktu." Kendi esprisine sırıttı.
"Genç adamlar vardı*. Onları gördüm." Kargayemi’nin Son Ocak’tan getirdiği güç bela tıraş olacak kadar yaşlı olan savaşçılar gibi bir avuç yarı kötürüm saray görevlisinden başka tabi.
"Mızrakları ve baltaları, onları kavrayan ellerinden bile daha yaşlıydı.Kaledeki bu adamlar Fahişe felaketi Umber’ın adamlarıydı. Ben de gördüm onları.Yaşlıları, herkesi." Diye kıkırdadı Theon.
"Mors yeşil çocukları, Hother da gri sakallıları aldı. Bütün iyi adamlar İri Jon’ la gitti ve Kızıl Düğün’de öldüler. Bilmek istedikleriniz bunlardı değil mi, majesteleri?"
Kral Stannis buradaki alayı görmezden geldi. "Çocuklar," tek söylediği ve tartıştığı şeydi.
"Çocuklar uzun süre Lord Bolton’da kalmayacaklar."
"Uzun süre değil, “diye kabul etti Theon. "Hiç de uzun süre değil."
"Uzun süre değil," diye ağladı kuzgun kafesinden.
Kral kuşa çok kötü bir bakış fırlattı. "Braavos’lu denizci tüccar, Sör Aenys Frey’in öldüğünü iddia etti. O çocuklardan biri yaptı mı bunu?"
"Mızraklı yirmi yeşil çocuk, "dedi Theon ona. "Günlerce karyağdı. Öyle sık yağdı ki 10 yard uzaklıkta kale duvarlarını bile göremezdiniz,savaş siperlerinden adamın biri çıkıp baksa bile duvarların ardında ne olup bittiğini göremezdi. Böylece Kargayemi kalenin dışında çocuklara çukur kazdırmaya başladı, sonra da Lord Bolton’ı dışarı çekmek için surunu üfledi.Onun yerine Freyleri buldu karşısında. Kar bütün çukurları kapatınca üstlerinde kaydı bir çoğu. Aenys boynunu kırdı, öyle duydum ben, ama Sör Hosteen sadeceatını kaybetti, çoğuna yazık oldu. Şimdi çok kızgın."
Tuhaf bir şekilde, Stannis gülümsedi. "Kızgın düşmanlar beni hiç alakadar etmiyor. Öfke insanı aptallaştırır, Hosteen Frey de böyle yapacak kadar aptal,tabi ondan duyduklarımın yarısı doğruysa. Bırak gelsin bakalım."
"Gelecektir de."
"Bolton çuvalladı," diye açıkladı kral. "Biz açlıktan ölürken yaptığı tek şey kalenin içinde oturmaktı. Savaşta gücünün bir kısmını bize vermek yerine. Şövalyelerinden bir kısmı atlı olacaktır, bizimkiler yaya savaşıyor olacak. Adamları iyi beslenmiş olacak, bizimkilerse aç karna savaşacaklar. Bu hiçbir şey ifade etmiyor. Sör aptal, Lord Şişko, Piç, bırak gelsinler bakalım. Yerimizi koruyoruz ve bunu bir avantaja çevireceğiz. ‘’
"Yerinizi mi?" dedi Theon. "Ne yeri? Burası mı? Bu iğrenç kalemi? Bu küçük, sefil kasaba mı? Burada hiç yüksek bir mevki yok, saklanılacak yüksek duvarlar yok, savunmada kullanabilmek için hiçbir şey yok."
"Henüz yok."
"Henüz," diye çığlık attı iki kuzgun ahenkle. Sonra biri kaçamak bir şekilde, diğeri de tuhafça mırıldandı, "Ağaç, ağaç, ağaç."
Kapı açıldı. Ardındaki dünya ise bembeyazdı. Üç güvelerin şövalyesi içeri girdi, bacakları karla kaplıydı. Ayaklarıyla yere vurarak karları silktikten sonra konuştu, "Majesteleri, Karstarklar ele geçirildi. Birkaç tanesi direndi ancak öldüler. Çoğunun aklı çok karışmıştı, kolayca pes ettiler.Hepsini birden büyük salona alıp orada hapsettik."
"Aferin."
"Bilmediklerini söylediler. Sorguladıklarımız."
"Öyle söylerler tabi."
"Daha sert bir şekilde sorgulayabilirdik.”
"Hayır. Onlara inanıyorum. Karstark hizmetindeki soysuz adamlarla planlarını paylaştıysa, ihanetinin sır olarak kalacağını asla ümit edemezdi. O sarhoş mızrakçılardan biri fahişenin biriyle yatarken kolayca ağzından kaçırıverir. Bilmelerine gerek yok. Onlar Karhold adamları. Zamanı geldiğinde Lordlarına itaat edeceklerdir, hayatlarını verecekleri gibi."
"Dediğiniz gibi, majesteleri."
"Peki ya senin kayıpların?"
" Lord Peasebury'nin adamlarından biri öldürüldü, benimkilerden ikisi de yaralandı. İzninizle Majesteleri, adamlar gittikçe huzursuzlanıyor. Yüzlercesikule etrafında bir araya toplandı, ne olduğunu merak ediyorlar. İhanet kelimesi herkesin dudaklarında. Kime güvenileceğini ya da bir sonraki tutuklanacak adamın kim bilmiyorlar. Özellikle Kuzeyliler — "
"Onlarla konuşmam lazım. Wull hala bekliyor mu?"
"O ve Artos Flint bekliyorlar. Onlarla görüşecek misiniz?"
"Kısa bir şekilde. Önce deniz canavarı."
"Siz nasıl isterseniz." Şövalye ayrıldı.
Kız kardeşim, diye düşündü Theon , benim tatlı kardeşim. Kollarındaki tüm hislerini kaybetmişti, Braavos’lu kansız tüccar Asha’yı 'hediye' olarak ona sunmasıyla aynı anda eklemlerinin büküldüğünü hissetti. Anılar hala acıveriyordu. Kızın yanındaki iri yarı, kel şövalye yardım için bağırmasına fırsat vermedi, yani Theon kralın karşısından sürüklenerek götürülmeden önce birkaç aydan fazla geçmemişti. Bu yeterince uzun bir süreydi. Asha’nın onun kim olduğunu anladığında yüzündeki ifadesinden nefret etmişti; gözlerindeki şaşkınlık,sesindeki acıma, dudaklarının tiksintiyle bükülmesi. Ona sarılmak için atılmak yerine geriye doğru adım attı.
"Bunu sana piç mi yaptı?"diye sordu.
"Ona böyle deme." Kelimeler aceleyle Theon’un ağzından döküldü. Ona hepsini anlatmaya çalıştı, Leş‘i ve Dehşet Kalesi’ni ve Kyra’yı ve anahtarları,ona yalvarılmadığı müddetçe deriden başka her şeyi alan Lord Ramsey’i. Ona kızı nasıl kurtardığını, kale duvarından karlara nasıl atladığını anlattı.
"Uçtuk. Abel bunla ilgili bir şarkı yazsın, uçtuk." Sonra da ona Abel’ın kim olduğunu anlattı ve aslında çamaşırcı olmayan çamaşırcı kadınlardan bahsetti. Theon ne kadar tuhaf ve abuk sabuk konuştuğunu biliyordu ancak nedense kelimeler bir türlü durmuyordu. Üşümüş, hasta ve yorgundu... Ve zayıftı, çok zayıf, çok çok zayıf.
Anlamak zorunda. Benim kız kardeşim o. Bran ya da Rickon’a asla zarar vermekistememişti. O çocukları da Leş öldürmüştü, onları değil, amadiğerlerini.
"Kralkatili değilim ben,"dedi ısrarla. Ona Ramsey’in fahişeleriyle nasıl yattığını anlatıp Kışyarı’nın hayaletlerle dolu olduğunu söylemişti.
"Kılıçlar kayboldu. Dört ya da beş tane olmalı. Hatırlamıyorum. Taş krallar çok kızgın." Sonra da bir sonbahar yaprağı gibi titremeye başladı."Yürek ağacı ismimi biliyor. Eski tanrılar. Theon, fısıltılarını duydum.Ne rüzgar vardı ne de yapraklar kımıldıyordu. Theon, dedi. Benim adım Theon." Bu adı söylemek güzeldi. Unutmadan önce çokça söyledi.
"Adını bilmek zorundasın," dedi kız kardeşine. "Sen...Sen bana Esgred olduğunu söylemiştin ama bir yalandı bu. Senin adın Asha."
"Öyle," dedi kız kardeşi, o kadar yumuşakça söylemişti ki kızın ağlayacağından korktu. Theon nefret etti bundan.
Kadınların ağlamasından nefret etmişti. Jeyne Poole Kışyarı’ndan buraya kadar yol boyunca ağlamıştı, suratı bir pancar gibi morarana kadar ve göz yaşları yanaklarında donana kadar ağladı ve bunun tüm sebebi de Arya olmak zorunda olduğunu ona söylemesiydi, yoksa kurtlar geri dönebilirdi
"Seni genelevde çalıştırdılar," diye hatırlattı ona, başkaları uymasın diye yavaşça kulağına fısıldamıştı bunu . "Jeyne’in olacağı bir sonraki şey bir fahişe, sen Arya olmaya devam etmek zorundasın. Onun canını acıtmak istememişti aslında. Bu kızın ve kendinin iyiliği içindi. Adını hatırlamak zorunda. Burnunun ucu donduğu için karardığında ve Gece Nöbetçileri’nden birinin burnunun bir kısmını kaybedilebileceğini söylediğinde her zamanki gibiJeyne yine ağlamıştı.
"Kışyarı’nın varisi olduğu müddetçe Arya’nın neye benzediği kimsenin umurunda bile değil. "diye garanti etti kıza. "Yüz tane adam onunla evlenmek isteyecektir. Belki de bin.
Anılar Theon’u zincirlenmiş bir şekilde terk etti. "Bırak beni’’ diyeyalvardı. "Sadece kısa bir süre için, sonra yine beni zincirlersin. Stannis Baratheon ona baktı ama cevap vermedi. "Ağaç," diye ağladı kuzgunlardan biri. "Ağaç, ağaç, ağaç."
Sonra da kuşlardan biri, "Theon," dedi gün gibi açık bir şekilde tıpkı Asha’nın kapıdan içeri geldiği zaman gibi.
Hizmetiçi Qarl ve Tristifer Botley de kız kardeşiyle birlikteydi. Theon Botley’yi, Pyke’ta birlikte geçirdiği zamanlardan bu yana tanıyordu. Neden evcil hayvanlarını getirmek zorundaydı ki? Beni serbest bırakmaya mı çalışıyor? Eğer denerse sonları tıpkı Karstark’lar gibi olurdu. Kralda onların burada olmasından memnun değildi.
"Muhafızlarınız dışarıda da bekleyebilirler. Eğer size zarar vermek isteseydim, iki adam bunu engelleyemezdi."
Demir doğumlu başını önüne eğdi. Asha diz çöktü. "Majesteleri. Kardeşim bu şekilde zincirlenmek zorunda mı? Görünüşe göre size hediye olarak bir Stark kızı getirmiş."
Kral dudaklarını büktü. "Çok cesurca konuşuyorsunuz leydim. Hain kardeşinizin aksine…''
"Teşekkür ederim, Majesteleri."
"İltifat değildi bu." Stannis Theon’a bir bakış fırlattı."Kasabada bir zindan yok ve umduğumdan çok daha fazla tutsağım var."Asha’nın ayaklarına doğru bir hareket yaptı. "Ayağa kalkabilirsin."
Kalktı. " Braavos’lu yedi adamımı Leydi Glover’dan fidye karşılığı aldı.Seve seve kardeşim için de fidye ödeyebilirim."
"Demir Adalar’ınızda yeterince altın yok. Kardeşinizin de elleri kan içinde. Farring onu R'hllor’a vermem için beni zorluyor."
"Clayton Suggs da öyle şüphesiz."
"O, Corliss Penny, geri kalan hepsi. Buradaki Sör Richard bile, ki kendisi Işık Lordu’nun amaçlarına göre davrandığını düşünen ve onu seven tek kişidir."
"Kızıl Tanrı’nın korosu yalnızca tek bir şarkı bilir."
"Müzik Tanrı’nın kulaklarına güzel geldiği sürece şarkıyı söylemesine izin verilir. Lord Bolton'ın adamları istediğimizden de kısa bir süre içinde burada olur. Sadece Mors Umber aramızda duruyor, bir de kardeşinin dediği zorla askere alınmış yeşil çocuklar var. Adamlar savaşa gidecekleri zaman tanrılarının yanında olduklarını hissederler."
"Bütün adamlar aynı tanrıya inanmıyor."
"Bunun farkındayım. Kardeşim gibi aptal değilim ben."
"Theon annemin yaşayan tek oğlu. Erkek kardeşlerimiz öldüğünde bu onu mahvetti. Theon’un ölümü annemden geriye ne kaldıysa ezip geçecek... Ancak..Buraya onun hayatı için yalvarmaya gelmedim."
"Bilgece. Annen için üzgünüm, ama hainlerin canını bağışlamam ben.Özellikle de bununkini. O, Eddard Stark’ın iki oğlunu katletti. Ona küçücük bir merhamet bile göstersem hizmetimdeki kuzeyliler beni terk eder. Kardeşin ölmeli."
"O zaman bu işi siz yapın, Majesteleri." Asha'nın sesindeki soğukluk zincirleri içinde Theon’u paramparça etti. "Onu gölün karşısındaki büvet ağacının büyüdüğü adacığa götürün ve taşıdığınız büyülü kılıçla kafasını alın.Eddard Stark bu şekilde yapardı. Theon, Eddard Stark’ın iki oğlunu katletti. O zaman onu Lord Eddard'ın tanrılarına verin. Kuzeyin Eski Tanrılarına. Onu ağaca verin."
Birdenbire vahşi bir yumruk sesi geldi, üstadın kuzgunları kafeslerinde hoplayıp dönüyorlar, siyah tüyleri demir çubukları dövercesine çarpıp gürültülü bir boğuk sesle ötüyorlardı. "Ağaç," diye şakıdı biri "Ağaç, ağaç," diğeri de aynı anda ötüyordu, "Theon, Theon,Theon."
Theon Greyjoy gülümsedi. Beni tanıyorlar diye düşündü.
Alayne
Arianne
Merhamet
0 yorum: