TERKEDİLMİŞ
Canavarın midesinde her zaman gece yarısıydı. Dilsizler onun cüppesini ve pelerinini almışlardı. Saç, zincirler ve yara kabuklarından başka bir şey giymiyordu. Tuzlu su, dalgalar geldikçe bacaklarının yanında hareketlendi ve cinsel organına kadar yükseldi ve dalgalar gittikçe çekildi. Ayakları dev gibi olmuş ve şişmişti, devasa bir jambon gibi büyük ve şekilsizdi. Bir çeşit zindanda olduğunu biliyordu ama nerede veya ne kadar zamandır orada olduğundan habersizdi. Bundan önce başka bir zindandaydı ve arasında bir gemi, Sükunet duruyordu. Onu götürdükleri gece, siyah şaraba benzeyen denizde yüzen Ay’ı görebiliyordu, kötü ve arzulu bakışları ona Euron’u hatırlatıyordu. Karanlıkta sıçanlar, suyun içinden yüzüp gelerek Aeron’u uyurken ısırıyorlar ve onun bağırıp dövünmesine neden oluyorlardı. Sakalı bit ve solucanlarla dolmuştu. Onların saçında hareket ettiğini ve ısırıklarının onu tahammülün dışında kaşındırdığını hissedebiliyordu. Zincirleri o kadar kısaydı ki, kaşınmak için uzanamıyordu. Onu duvara bağlı tutan prangalar eski ve paslıydı, ayaklarını ve bileklerini kesmişti. Dalga köpürerek bir öpücük için yaklaşırken, tuz yaralarının içine girdi ve nefesinin kesilmesine sebep oldu.
Uyuduğu zaman, karanlık yükselip onu yutuyordu ve sonra rüyalarla birlikte Urri geliyordu ve paslı bir menteşenin gıcırtıları. Onun nemli dünyasındaki tek ışık ziyaretçilerin beraberlerinde getirdikleri fenerler oluyordu. O kadar nadir geliyorlardı ki ışık gözlerini acıtıyordu. İsimsiz, ekşi suratlı bir adam yemeğini getiriyordu. Çakıl taşı kadar sert sığır eti, bitlerle kaynayan bir ekmek ve iğrenç, kokuşmuş bir balık. Aeron getirilinleri silip süpürüyor ve daha fazlası için umut ediyordu, oysa çoğu zaman yemekten sonra kusmamak için zor duruyordu. Yemeklerini getiren adam karanlık, suratsız ve sessizdi. Dilinin olmadığına, Aeron’un şüphesi yoktu. Bu Euron’un yoluydu. Işık, dilsiz adamla birlikte gidiyordu ve dünyası tekrardan tuzlu su, küf ve dışkı kokan, nemli karanlığa bürünüyordu.
Bazen Euron’un bizzat kendi gelirdi. Aeron kendini bir rüyadan uyanmış ve kardeşini elinde bir fenerle başında beklerken bulurdu. Bir keresinde, Sükunet’te, lambayı bir yere astı ve kadehlere şarap doldurdu.
“Benimle iç, kardeşim.” dedi.
O gece demir işlemeli bir gömlek ve kan kırmızısı bir pelerin giymişti. Gözbandı kızıl deriydi ve dudakları maviydi.
“Neden buradayım?” diye kurbağamsı bir ses çıkardı Aeron. Dudakları yara kabuklarıyla sertleşmişti, sesi de sertti. “Nereye yelken açtık?”
“Güneye. Fetih için. Ganimet. Ejderhalar. İnsanlar.”
“Benim yerim adalar.”
“Senin yerin ben nereyi istersem orası. Kralın benim.”
“Benden ne istiyorsun?”
“Önceden sahip olmadığım ne önerebilirsin ki?” Euron gülümsedi. “Adalar’ın yönetimine yaşlı Erik Demiryapan’ı bıraktım ve sadakatini tatlı Asha’mızın ellerine bıraktım. Hakimiyetimin aksine vaaz vermen işim gelmez, o yüzden seni de yanımızda götürüyorum.”
“Bırak beni. Tanrı emrediyor.”
“Benimle iç. Kral emrediyor.”
Euron, rahibin karışmış siyah saçından birazını tuttu ve başını arkaya yatırdı, dudaklarına şarap kadehini tuttu ama ağzına dökülen şey şarap değildi. Koyu ve yapışkan bir sıvıydı. Her yudumda değişen bir tadı vardı. Şimdi acı, sonra ekşi, sonra tatlı. Aeron tükürmeye kalktığında, kardeşi elini daha da sıkıyor ve daha çok sıvının boğazından aşağı gitmesini sağlıyordu.
“Bu kadar rahip. Devam et. İç. Büyücülerin şarabı. Senin deniz suyundan daha tatlı ve içinde dünyadaki tüm tanrılardan daha fazla gerçek var.”
“Lanet olsun sana!” dedi Aeron kadeh boşaldığında. Sıvı çenesinden aşağı, uzun siyah sakallarına doğru dökülüyordu.
“Eğer bana lanet eden her adamın dilini koparsaydım, kendime bir palto yapabilirdim.”
Aeron boğazını temizleyip tükürdü. Tükürük kardeşinin yanağına isabet etti ve orada siyah-mavi parladı. Euron bir parmağıyla temizledi ve sonra parmağını yaladı.
“Tanrın bu gece seni affedecek. En azından bir tanrı edecek.”
Sonrasında Buharsaçlı uyudu, zincirlerine sarınarak. Paslı bir menteşenin gıcırtısını duydu.
“Urri.” diye seslendi.
Orada ne bir menteşe, ne bir kapı ne de Urri vardı. Kardeşi Urrigon uzun zaman önce ölmüştü, yine de orada duruyordu. Bir kolu morarıp şişmişti ve kurtçuklerle doluydu ama yine de Urri’ydi. Hala bir çocuktu. Öldüğü günden yaşlı gözükmüyordu.
“Denizin altında ne bekliyor biliyor musun, kardeşim?”
“Boğulmuş Tanrı.” dedi Aeron. “Islak salonlarda.”
Urri başını salladı. “Solucanlar. Solucanlar bekliyor seni, Aeron.”
Kahkaha attığında yüzü değişti ve rahip onun Urri olmadığını gördü, Euron’un gülümseyen, saklı gözleriydi. Dünyaya şimdi kanlı gözünü gösteriyordu. Karanlık ve korkutucu. Baştan topuğa örtülüydü ve karanlık bir onikse benziyordu. Kararmış kafataslarından oluşan tepenin üstünde oturuyordu ve cüceler ayaklarının etrafında hoplayıp zıplarken arkasında bir orman yanıyordu.
“Kanayan yıldızın ateşi büyüyor.” dedi Aeron’a. “Bunlar son günler, dünya parçalanıp yeniden yapıldığında, yeni bir tanrı mezarlar ve ceset çukurlarından doğacak.”
Euron dudaklarına büyük bir boru yaklaştırıp üfledi ve ejderhalar, krakenler, sfenksler emrine girip önüne eğildi.
“Diz çök kardeşim.” diye emretti Kargagöz. “Kralın benim. Tanrın benim. Bana tap ve seni rahibim olarak ayağa kaldırayım.”
“Asla. Tanrısız bir adam Deniztaşı Tahtı’nda oturamaz.”
“Neden o sert, kara kayayı isteyeyim ki? Kardeşim, tekrar bak ve nereye oturduğumu gör.”
Buharsaçlı Aeron baktı. Kafatası tepesi gitmişti. Kargagöz’ün altındaki artık metaldi. Büyük, uzun bir tahttı. Kırılmış kılıçlar, ucu keskin demirler vardı ve hepsinin ucundan kan damlıyordu. Uzun mızrakların üstünde tanrıların cesetleri duruyordu. Bakire oradaydı ve Baba, Anne, Savaşçı, Yaşlı Bilge, Demirci, hatta Yabancı bile oradaydı. Pek çok tuhaf ve yabancı tanrıyla yan yana asılmışlardı, Büyük Çoban, Kara Keçi, Üç Başlı Trios ve Bakkalon’un Soluk Çocuğu, Işık Tanrısı, Naath’ın Kelebek Tanrısı ve daha niceleri. Ve ileride şişmiş ve yeşil yengeçler tarafından yiyip bitirilmiş Boğulmuş Tanrı, Kızıl Deniz Atı’yla beraber çürüyordu, hala saçlarından su damlıyordu.
Sonra Kargagöz tekrar güldü ve Rahip Sükunet’in içinde çığlık atarak uyandı. Bacaklarından aşağı sidik aktı. Sadece bir rüyaydı, iğrenç siyah şarabın görüleriydi.
Kral Şurası Buharsaçlı’nın net olarak hatırlayabildiği en son şeydi.
Kaptanlar Euron’u omuzlarına kaldırıp onu kralları ilan ettiğinde, rahip abisi Victarion’u bulmak için sıvışmıştı.
“Euron’un küfürleri Boğulmuş Tanrı’nın gazabını hepimizin üzerine yağdıracak.” diye uyardı. Ama Victarion inatla tanrının kardeşlerini seçtiğini ve sadece tanrıların onu indirebileceğini söylüyordu.
Harekete geçmeyecek, diye fark etti rahip. Harekete geçecek kişi ben olmalıyım.
Kral Şurası Euron Kargagöz’ü seçmişti ve Kral Şurası insanlardan oluşuyordu ve insanlar kolaylıkla altın ve yalanların etkisi altına girebilecek zayıf ve aptaldılar.
“Onları buraya çağırdım, Nagga’nın Kemiklerine, Gri Kral’ın Salonu’na. Hepsini doğru bir kral seçmeleri için çağırdım ama onlar sarhoş çılgınlıklarında günah işlediler.
Onların yaptıklarına düzeltmek Aeron’a kalıyordu.
“Kaptanlar ve krallar Euron’u yükseltmişti ama sıradan halk onu yerle bir edecektir.” diye söz verdi Victarion’a. “Büyük Wyk’e, Harlaw’a, Oakmont’a, Pyke’ın kendisine gideceğim. Her kasaba ve köyde sözlerim duyulacak. Tanrısız bir adam Deniztaşı Tahtı’na oturamaz.”
Kardeşinden ayrıldıktan sonra denizde teselli aradı. Boğulmuş adamlarından bazıları onu takip etmeye yeltendiler ama Aeron onları birkaç keskin sözle gönderdi. Tanrıdan başka yoldaş istemiyordu. Dargemilerin sahile yanaştığı taşlı kumullarda, beyaz köpüklerin içinde kara, tuzlu dalgalar buldu. Dalgalar kumun içine yarı batmış bir kayanın etrafında hırlıyorlardı. Su, içine girdikçe buz gibi soğuk geliyordu, yine de Aeron kılını bile kıpırdatmadı tanrısının okşamalarının karşısında. Dalgalar bir bir göğsüne çarptılar, onu şaşırtarak, ama o daha da derine zorladı ve su başının üstüne gelene dek devam etti. Dudaklarına gelen tuzun tadı her şaraptan daha tatlıydı. Hareket ettikçe sahildeki kutlama şarkılarının kükremesi duyuluyordu. Kıyıda duran dargemilerin hafif gıcırtısını duydu. Sözlerinde rüzgarın ağıdını ve dalgaların darbesini duydu. Ve onu savaşa çağıran tanrısının çekicini işitti.
Ve orada Boğulmuş Tanrı onu bir kez daha çağırdı, sesi denizin derinlerinden yükseliyordu. “Aeron, benim iyi ve inançlı hizmetkarım, Demirdoğumlulara Kargagöz’ün gerçek olmadığını söyle. Deniztaşı Tahtı’nın haklı sahibi… sahibi…”
Victarion değil. Victarion kendini önerdi ve reddedildi. Asha da değil. Kalbinde, Aeron Balon’un çocukları arasında en çok onu sevmişti. Boğulmuş Tanrı onu savaşçı bir ruhla kutsamıştı ama bir kadının bedeniyle lanetlemişti. Hiçbir kadın Demir Adalar’ı yönetmemişti. Asla tahtta hak iddia etmemeli ve Victarion’un lehine konuşmalıydı, kendi gücünü ona katmalıydı.
Hala çok geç değildi, Aeron denizde buruş buruş olurken kararını vermişti. Eğer Victarion Asha’yı karısı olarak alırsa beraber yönetebilirlerdi, kral ve kraliçe. Eski günlerde her hada kendi tuz kralı ve kaya kralına sahipti. Eski usul geri dönebilirdi.
Aeron Buharsaçlı verdiği keskin kararla kıyıya dönmek için mücadele etti. Euron’u indirecekti, kılıç veya baltayla değil, inancının gücüyle. Hafif adımlarla taşların üzerinde yürürken saçları nemli bir şekilde yüzünün önüne geliyordu. Saçlarını geri ittirdi, işte o an onu kaçırdıkları andı. Onu izleyen, bekleyen dilsizler onu kıyı ve filizler boyunca takip etmişlerdi. Bir el ağzını kapatmıştı ve sert bir şey kafatasının arkasında çatırdamıştı.
Gözlerini açtığında Buharsaçlı kendini karanlıkta zincire vurulmuş bir halde buldu. Sonra ateşlendi ve Sükunet’in içinde zincirlerini hareket ettirdikçe kan tadı ağzına geldi. Zayıf bir adam olsa ağlardı, ama Aeron Buharsaçlı dua etti. Uyanıkken, uyurken, hatta ateşli halde gördüğü rüyalar sırasında bile, dua etti. ‘Tanrım beni sınıyor. Güçlü olmalıyım. Doğru olmalıyım.’
Bir keresinde, önceki zindanında, Euron’un dilsiz adamı yerine bir kadın yemeğini getirmişti. Gençti, dolgun ve güzeldi. Yeşil toprakların bir leydisinin şıklığında giyinmişti. Fenerin ışığında, Aeron’un gördüğü en sevimli şeydi.
“Kadın.” dedi. “Ben tanrının adamıyım. Sana emrediyorum. Beni serbest bırak.”
“Ah, bunu yapamam.” dedi kadın. “Ama sizin için yemeğim var. Yulaf lapası ve bal.”
Bir taburenin üzerine, dediklerini çıkardı ve bir kaşıkla ağzına doğru uzattı.
“Burası neresi?” diye sordu lokmalarının arasında.
“Lord babamın Meşe Kalkan’daki kalesi.”
Kalkan Adaları. Evden bin fersah uzakta.
“Ya sen kimsin çocuğum?”
“Falia Çiçek.”
“Öz kızı mısın?”
“Kral Euron’un tuz karısı olacağım. Siz ve ben akraba olacağız.”
Aeron Buharsaçlı gözlerini ona doğru yükseltti. Kabuk bağlamış dudakları, ıslak lapayla çıtırdadı.
“Kadın.” Hareket ettiğinde zincirleri şıngırdadı. “Kaç. Sana zarar verecek. Seni öldürecek.”
Kadın güldü. “Saçma. Öyle bir şey yapmaz. Onun aşkıyım, leydisiyim. Bana hediyeler veriyor. Çok fazla hediye. İpekler, kürkler ve mücevherler. Paçavra ve kaya parçaları diyor onlara.”
“Kargagöz öyle şeylere değer vermez.”
Pek çok adamın onun hizmetine girmesini sağlayan şeylerden biri buydu. Kaptanların çoğu ganimetten aslan payı alırken Euron kendisine çok az şeyi alırdı.
“Bana istediğim elbiseleri veriyor.” dedi kız mutlu bir sesle. “Kız kardeşlerim eskiden onları beklememi söylerdi ama Euron onları tüm salona çıplak servis yaptırmak zorunda bıraktı. Beni sevmiyor olsa niye bunlar yapsın?”
Elini karnına koydu ve kıyafetindeki kumaşı düzeltti. “Ona oğullar vereceğim. Pek çok oğul.”
“Oğulları var. Piç ve melez olduklarını söylüyor Euron.”
“Benim oğullarım daha önde gelecek, Boğulmuş Tanrı’nızın önünde yemin etti.”
Aeron onun için gözyaşı döktü. Kan gözyaşları, diye düşündü.
“Kardeşime bir mesaj iletmelisin. Euron’a değil, Victarion’a. Demir Donanma’nın Lord Kaptanı. Bahsettiğim adamı tanıyor musun?”
Falia adamdan geriye doğru adım attı.
“Evet.” dedi. “Ama ona herhangi bir mesaj götüremem, o gitti.”
Gitti. Bu en zalim darbeydi. “Nereye gitti?”
“Doğuya.” dedi. “Bütün gemileriyle. Ejderhaları Westeros’a getirecek. Ben Euron’un tuz karısı olacağım ama sevgilimin bir kaya karısı da olmalı, tüm Westeros’u onun yanında yönetecek bir kraliçe. Onun dünyadaki en güzel kadın olduğunu söylüyorlar ve ejderhaları var. İkimiz, kız kardeşler kadar yakın olacağız.”
Aeron Buharsaçlı, kadının dediklerini hayal meyal duydu. Victarion gitmişti, yarım dünya uzaktaydı ya da ölmüştü. Kesinlikle Boğulmuş Tanrı onu sınıyordu. Bu onun için bir dersti. Kimseye tam olarak güvenemem ancak inancım beni kurtarabilir.
O gece dalgalar zindan hücresine gelirken, dalgaların işkencesini bitirecek kadar yükselmesi için dua etti. ‘Senin gerçek ve sadık bir hizmetkarın oldum, dua ettim.’ diye sıraladı zincirlerin arasında. ‘Şimdi beni kardeşimin ellerinden kurtar ve dalgaların altında, yanındaki yerimi almamı sağla.’
Ama kurtuluş gelmedi, Sükunet soğuk, siyah denizde ilerlerken onu sadece zincirlerini çözüp onu uzun ve taş merdivenlerden sürüklemek için gelen dilsizler vardı. Birkaç gün sonra, bir fırtınanın pençesinde taylar ürperirken, Kargagöz tekrar aşağı geldi, elinde bir fener vardı. Bu defa öbür elinde bir hançer tutuyordu.
“Hala dua mı ediyorsun rahip? Tanrın seni terk etti.”
“Yanılıyorsun.”
“Sana dua etmeyi öğreten bendim küçük kardeşim, unuttun mu yoksa? İçkiyi fazla kaçırdığımda odana gelir seni ziyaret ederdim. Denizkulesi’nin tepesinde Urrigon’la bir oda paylaşıyordun. Odanın dışından dua ettiğinizi duyabiliyordum. Hep merak etmişimdir, seni seçmem için mi yoksa seni geçmem için mi dua ediyordun?”
Euron, bıçağı Aeron’un boğazına dayadı.
“Bana dua et. Bana dua et ve acını bitireyim.”
“Cüret dahi etme.” dedi Buharsaçlı. “Ben senin kardeşinim. Hiçbir adam bir akraba katili kadar lanetlenmemiştir.”
“Ve yine de bir taç takıyorum ve sen zincirlerde çürüyorsun. Nasıl oluyor da Boğulmuş Tanrı’n buna izin veriyor, üç erkek kardeş öldürdüğüm halde.
Aeron sadece ağzı açık kalarak ona bakabildi.
“Üç?”
“Eh, eğer üvey kardeşleri de sayarsak. Küçük Robin’i hatırlıyor musun? Sefil yaratık. Büyük kafasını hatırlıyor musun, ne kadar yumuşak olduğunu? Tek yaptığı ağlayıp, altını pislemekti. O ikinciydi, ilki Harlon’du. Tek yapmam gereken şey burnunu kapatmaktı. Gri hastalık onun ağzını taşa çevirmişti, böylece ağlayamıyordu. Ölürken gözleri çılgına dönmüştü. Beni isimlendirdiler. Yaşam onu terk ettiğinde dışarı çıktım ve denize işedim ve tanrıya beni öldürmesi için dua ettim. Hiçbir şey olmadı. Ah, Balon da üçüncüydü ama onu zaten biliyorsun. İşi tamamen kendim yapamadım ama onu köprüden atan benim ellerimdi.
Kargagöz hançeri biraz daha derine batırdı ve Aeron boynundan aşağı süzülen kanı hissetti.
“Eğer Boğulmuş Tanrı’n üç erkek kardeş öldürdüğüm halde beni parçalamıyorsa neden dördüncüsü için zahmet etsin ki? Onun rahibi olduğun için mi?”
Geriye adım attı ve hançerini kınına koydu.
“Hayır. Bu gece seni öldürmeyeceğim, kutsal bir adamın kutsal bir kanı vardır. O kana daha sonra ihtiyacım olabilir. Şu anlık yaşamakla lanetlendin.”
Kutsal kanlı kutsal adam, diye düşündü Aeron, kardeşi güverteye tırmanırken. ‘Benimle ve tanrımla alay ediyor. Akraba katili. Kafir. İnsan derisine bürünmüş şeytan. O gece kardeşinin ölümü için dua etti.
Başka kutsal adamların acısını paylaşmak için gelmesi ikinci zindanda olmuştu. Üçü yeşik toprakların septonlarına ait cüppelerini giyiyordu, biri ise R’hllor’un rahibi olduğunu belli eden kızıl renklere bürünmüştü. Sonuncusuna bir adam demek pek mümkün değildi. İki eli de kemiklerine kadar yanmıştı ve yüzü yanmış ve kararmış bir dehşeti yansıtıyordu. İki kör gözü yavaşça, çatlamış yanakları ve asık yüzünün üstünde hareket ediyordu. Duvara bağlanmasından birkaç saat sonra ölmüştü. Ama dilsizler onu çürüsün diye orada bırakmışlardı. Sonuncuları doğunun büyücüleriydi. Mantar kadar beyaz tenleri ve dövülmüş gibi görünen morumsu mavi dudakları vardı. İkisi de o kadar sıskaydı ve açlıktan kıvranmış olmalıydılar ki sadece deri ve kemikleri kalmıştı. Biri bacağını kaybetmişti. Dilsizler onu bir kirişten asmışlardı.
“Pree.” diye bağırdı ileri geri sallanırken. “Pree, pree.” Belki de bu taptığı şeytanın adıydı.
‘Boğulmuş Tanrı beni koruyor.’ dedi kendine rahip. ‘O, taptıkları tanrılardan daha güçlü, kara büyülerinden daha kuvvetli. Boğulmuş Tanrı beni özgür kılacak.’ Daha aklı başında olduğu vakitlerde, Aeron Kargagöz’ün neden rahipleri topladığını sorguladı, ama cevabı beğenmeyeceğini biliyordu.
Victarion gitmişti ve onunla birlikte umut da. Aeron’un boğulmuş adamları büyük ihtimalle Buharsaçlı’nın Eski Wyk’te, Büyük Wyk’te ya da Pyke’ta saklandığını düşünüyorlardı ve ne zaman tanrısız kral hakkında konuşacağını merak ediyorlardı.
Urrigon ateşler içinde gördüğü rüyalara musallat oldu.
Ölüsün Urri, diye düşündü Aeron. Uyu şimdi, çocuk ve beni daha fazla rahatsız etme. Yakında sana katılacağım. Aeron ne zaman dua etse, bacaksız büyücü tuhaf sesler çıkarıyordu ve arkadaşı vahşiçe, kendi tuhaf doğulu dilinde konuşuyordu. Küfür mü dua mı ettikleri belli değildi. Rahipler de bazen yumuşak sesler çıkarıyorlardı ama anlayabileceği sözlerle değildi. Aeron dillerinin kesildiğinden şüphe ediyordu.
Euron tekrar geldiğinde saçları tam kaşlarının üstünde bitiyordu ve dudakları o kadar maviydi ki neredeyse siyah denebilirdi. Yosunlu Tahta Tacı’nı takmamıştı. Onun yerine uçları köpekbalığı dişinden yapılmış demir bir taç vardı.
“Ölü olan ölemez.” dedi Aeron sertçe. “Daha önce ölümü tatmıştır ve ondan bir daha korkmaz. Boğulmuştur ama çelik ve ateşle yeniden yükselir.”
“Aynısını yapar mısın kardeşim?” diye sordu Euron. “Sanmıyorum. Bence, eğer seni boğarsam, boğulmuş kalırsın. Tüm tanrılar yalan ama seninki komik. Soluk, beyaz bir şey, bir insana benziyor ve organları kabarık ve şişmiş, balık yüzünü kemirirken saçları suda yüzüyor – hangi aptal böyle bir tanrıya tapar ki?”
“O senin de tanrın.” diye ısrar etti Buharsaçlı. “Öldüğünde seni sertçe yargılayacak Kargagöz. Sonsuzluğu bir sümüklüböcek olarak geçireceksin, kendi karnında büzülüp kendi bokunu yiyeceksin. Eğer kendi kanını öldürmekten korkmuyorsan, boğazımı kes ve işimi bitir. Senin çılgın övünmelerinden bıktım.”
“Kendi kardeşimi öldürmek mi? Kanımın kanını? Quellon Greyjoy’un testislerinden doğan kardeşimi? O zaman zaferlerimi kim paylaşacak? Zafer yanında sevdiklerin olduğunda daha tatlıdır.”
“Zaferlerin boş. Kalkanlar’ı elinde tutamazsın.”
“Neden onları elimde tutmak isteyeyim ki?” Kardeşinin gülümseyen gözleri fener ışığında parladı, mavi ve cesurdu, ayrıca kötülükle doluydu. “Kalkanlar amacıma hizmet etti. Onu bir elimde aldım ve diğeriyle geri verdim. Büyük bir kral cömerttir kardeşim. Onları tutmak artık yeni lordlarının işi. Bu kayaları ele geçirmenin şanı sonsuza kadar benim olacak. Adalar düştüğünde ise hediyelerimi büyük bir hevesle kabul eden dört aptalın hatası olacak.” Daha da yaklaştı. “Dargemilerimiz Mander kıyılarında yağma yapıyor, hatta Arbor’a ve Redwyne Boğazı’na kadar ilerliyorlar. Eski usul kardeşim.”
“Delilik. Serbest bırak beni.” diye emretti Aeron Buharsaçlu sert bir sesle. “Ya da tanrının öfkesini üzerine çek.”
Islanmış deri ve bir şarap kadehi çıkardı. “Yüzünde susamış bir ifade var.” dedi kadehi doldururken. “Bir içkiye ihtiyacın var. Bir tadım akşam gölgesine.”
“Hayır.” Aeron yüzünü döndürdü. “Hayır dedim.”
“Ben de evet dedim.” Euron kafasını, saçından tutarak çekti ve içkiyi zorlayarak ağzından aşağı boşalttı. Aeron kafasını sallayarak ağzını kenetli tutmaya çalışsa da, sonunda boğulmak veya yutmak zorundaydı.
Rüyalar bu kez daha kötüydü. Dargemileri kaynayan, kan kırmızısı bir denizde başıboş ve yanarken gördü. Kardeşini yine Demir Taht’ta görüyordu, ama Euron artık insan değildi. Daha çok bir kalamara benziyordu, babası derinlerdeki kraken olan bir canavar gibiydi. Yüzünde burulmuş dokunaçlar vardı. Arkasında bir kadın silüeti görünüyordu, uzun ve korkutucuydu, elleri soluk alevle yanıyordu. Cüceler eğlenceleri için hoplayıp zıplıyorlardı, dişi ve erkek, cinsel bir şölene hapsedilmiş, birbirlerini ısırıp parçalaıyorlardı ve Euron’la eşi gülüyor, gülüyor ve gülüyorlardı.
Aeron boğulduğunu da gördü. Boğulmuş Tanrı’nın ıslak salonlarına gitmek bir lütuf olsa da en inançlılar bile ağızları, burunları ve ciğerleri suyla dolup nefes alamadıklarında dehşete kapılıyorlardı.
Üç defa uyandı Buharsaçlı ama üçünde de gerçekten uyanmamıştı. Sadece rüyanın başka bir bölümünü görüyordu.
Ama en sonunda odanın kapısı açıldı ve elinde yemek yerine bir tomar anahtarla giren dilsiz elinde bir fener tutuyordu. Işık fazla parlak olsa da Aeron ne anlama geldiği konusunda endişe ediyordu. Parlak ve korkunç. Bir şey değişmişti. Bir şey olmuştu.
“Getirin onları.” dedi yarı tanıdık bir ses karanlık bir kasvet içerisinde. “Çabuk olun, onun nasıl olduğunu biliyorsunuz.”
‘Ah, biliyorum. Onu çocukluğumdan beri tanıyorum.’
Bir septon zincirleri çözülürken korktuğunu belirten bir ses çıkardı. Yarı boğulmuş, konuşma teşebbüsüne benzeyen bir ses. Bacaksız büyücü kara suya bakarken dudakları dua ediyor gibi görünüyordu. Dilsiz adam Aeron için geldiğinde, mücadele etmeye çalıştı ama organlarında hiç gücü kalmamıştı. Onu susturmaya bir yumruk yetti. Zincirleri çözüldü ve adım atmaya çalıştığında eski bacakları kıvrıldı. Hiçbir mahkumun durumu yürümeye uygun değildi. En sonunda dilsiz adamlar daha fazla dilsiz çağırmak zorunda kaldılar. İkisi Aeron’ı kollarından kavradı ve onu spiral merdivenden sürükledi. Çıktıkça bacakları, bıçaklanmış gibi acı veriyordu. Bağırmamak için dudaklarını ısırdı. Rahip, arkasındaki büyücülerin konuştuğunu duydu. Septon arkada aksırıp tıksırırarak yürüyordu. Merdivenin her dönüşünde etraf daha da aydınlandı ve en sonunda sol duvarda bir pencere göründü. Taştaki bir delikten başka bir değildi ve bir el bile zorlukla sığardı ama gün ışığının girebilmesi için yeterliydi.
Altın gibi, diye düşündü Buharsaçlı. Çok güzel.
Onu basamaklardan gün ışığına çektiklerinde yüzünde bir ılıklık hissetti ve yanaklarından yaşlar süzüldü.
Deniz. Denizi koklayabiliyorum. Boğulmuş Tanrı beni terk etmedi. Deniz beni tekrar bir bütün yapacak. Ölen bir daha ölemez, ancak yeniden doğar, daha güçlü, daha zorlu.
“Beni suya götürün.” diye emretti, sanki hala Demir Adalar’da ve boğulmuş adamlarıyla sarılıymış gibi ama dilsizler ağebeyinin yaratıklarıydı ve ona dikkat etmediler.
Onu kirişlerinden cesetler sarkan, meşalelerle aydınlanan basamaklı bir yoldan geçirdiler, dönerek ve sallanarak. Euron’un tutsaklarından bir düzinesi salonda toplanmıştı, cesetlerin altında şarap içiyorlardı. Sol-elli Lucas Codd onur koltuğunda oturuyordu, ipek bir gobleni sırtına pelerin niyetine geçirmişti. Yanında Kızıl Kürekçi vardı ve daha ileride de Ziftsuratlı John Meyer, Taşkafa ve Ruggin Tuzsakal duruyordu.
“Bu ölüler kim?” diye sordu Aeron talepkar bir şekilde. Dili o kadar şişmişti ki sözcükler paslı bir fısıltı gibi çıkmıştı, bir farenin rüzgarda çıkardığı ses kadar zayıftı.
“Bu kaleyi savunmaya çalışan lorda yardım edenler, onun akrabaları.” dedi Torwald Bozdiş’e, ağabeyinin başak bir tutsağına ait olan ses, en az Kargagöz kadar kötü bir yaratıktı.
“Domuzlar.” dedi başka kötücül bir yaratık olan, Kızıl Kürekçi dedikleri. “Burası onların adasıydı. Bir kaya, Arbor’a yakın. Bizi tehdit etmeye kalktılar homurdanarak[1]. Redwyne homurdandı, Hightower homurdandı, Tyrell homurdandı, homurdandı, homurdandı. Biz de onları ciyaklayarak cehenneme yolladık.”
Arbor. Boğulmuş Tanrı Aeron Buharsaçlı’yı ikinci bir hayatla ödüllendirene kadar Demir Adalar’dan o kadar uzağa gitmemişti.
Burası benim yerim değil. Ben buraya ait değilim. Boğulmuş adamlarımın arasında olmalıyım, Kargagöz’e karşı vaaz vermeliyim.
“Tanrılarınız aşağıda size iyi davrandı mı?” diye soru Sol-elli Lucas Codd.
Büyücülerden biri çirkin doğulu diliyle bir cevap verdi.
“Hepinize lanet olsun.” dedi Aeron.
“Lanetlerin burada bir işe yaramaz rahip.” dedi Sol-elli Lucas Codd. “Kargagöz senin Boğulmuş Tanrı’nı güzel besledi ve kurbanlarla şişmanlattı. Sözcükler rüzgardır ama kan güçtür. Denize binlercesini verdik ve o da bize zafer verdi.”
“Kendini kutsanmış say Buharsaçlı.” dedi Taşkafa. “Denize dönüyoruz. Redwyne Filosu yaklaştıkça yaklaşıyor. Rüzgar, Dorne’u geçerken onlardan yana değildi ama sonunda Eski Şehir’deki yaşlı kadını teşvik edecek kadar yaklaştılar. Yani artık Leyton Hightower’ın oğulları Fısıldayan Şarkı’ya doğru indiler, bizi arkadan yakalayabilme umutlarıyla.”
“Arkadan yakalanmak ne demek biliyorsun, değil mi?” dedi Kızıl Kürekçi gülerek.
“Onları gemilere götürün.” diye emretti Torwald Bozdiş.
Ve böylece Aeron Buharsaçlı tuzlu denize geri döndü. Onlarca dargemi kalenin aşağısındaki iskelede toplanmıştı, çoğu da kıyıda demirlemişti. Pek çok tanıdık sancak direklerinden sallanıyordu, Greyjoy’un krakeni, Winch’in kanlı ayı, Goodbrothers’un savaş borusu. Ama gemilerin kıç tarafında rahibin daha önce hiç görmediği sancaklar vardı. İki karganın eşlik ettiği bir demir tacın altında siyah gözbebekli kırmızı bir göz. Onların ötesinde pek çok ticaret gemisi sakin turkuaz denizde yüzüyordu. Coglar, carracklar, balıkçı tekneleri, hatta devasa bir cog da vardı, şişmiş bir ekmek ve devasa bir su canavarı gibiydi. Buharsaçlı onların savaş ganimeti olduğunu biliyordu.
Euron Kargagöz Sükunet’in gövdesinde, siyah işlemeli ve Aeron’un hayatı boyunca görmediği bir zırhla örtülü duruyordu. Duman kadar siyahtı ama Euron onu en ince ipek kadar rahat giyiyordu. İşlemeler kırmızı altınla sivrilmişti ve hareket ettikçe parıldıyor ve ışık saçıyordu. Metaldeki kalıp seçilebiliyordu. Kıvrımları, kabartmalar ve gizemli semboller çeliğe işlenmişti. Valyria çeliği olduğunu biliyordu Buharsaçlı. Zırhı Valyria çeliğiydi. Bu tarz şeyler yüzyıllar önce, Kıyamet’in öncesinde biliniyordu ama o zamanlar bile bir krallığa bedeldi.
Euron yalan söylememişti. Valyria’ya gitmişti. Delirdiğine saşmamak gerekirdi.
“Majesteleri.” dedi Torwald Bozdiş. “Rahipleri getirdim. Onlarla ne yapılmasını istiyorsunuz?”
“Pruva’ya bağlayın onları.” diye emretti Euron. “Kardeşimi Sükunet’e. Birini kendine al. Diğerleri için zar atın. Herbiri bir gemiye. Bırakalım da dalgaları hissetsinler, Boğulmuş Tanrı’nın ıslak ve tuzlu öpücüğünü.”
Bu defa dilsizler onu beraberinde sürüklemedi, onun yerine Sükunet’te, pruvadaki figürün altına bağladılar. Çıplak bir bakireydi figür, ince ama güçlü, uzanmış kolları ve rüzgarın dağıttığı saçları vardı ama burnunun altında bir ağız yoktu. Aeron Buharsaçlı’yı ıslandığı zaman çekecek deri şeritlerle bağladılar. Sadece sakalı ve kumaştan kıyafetiyle örtülüydü.
Kargagöz bir emir verdi. Siyah yelkenler yükseltildi. İpler kesildi ve Sükunet kürekçibaşının yavaş davul sesleriyle yavaşça kıyıdan uzaklaştı. Kürekler suyu çalkalayarak yükseldi, daldı ve tekrar yükseldi. Üstlerinde bir kale yanıyordu. Alevler açık pencerelerden taşıyordu.
Hepsi denizde açıldıklarında Euron ona döndü.
“Kardeşim.” dedi. “Perişan görünüyorsun. Sana bir hediyem var.”
İki piç oğluna işaret etti ve oğulları bir kadını sürükleyerek pruvadaki figürün diğer yanına bağladılar. Ağızsız bakire kadar çıplaktı, pürüzsüz karnı taşıdığı çocukla birlikte daha yeni büyümeye başlamıştı, yanakları ağlamaktan kızarmıştı. Kız, çocuklar bağları güçlendirirken mücadele etmedi. Saçları yüzüne kadar iniyordu ama Aeron onu zaten tanıyordu.
“Falia Çiçek.” diye seslendi. “Cesur ol kızım. Hepsi yakında bitecek. Ve birlikte Boğulmuş Tanrı’nın ıslak salonlarında ziyafet çekeceğiz.”
Kız başını kaldırdı ama cevap vermedi. Cevap verecek bir dili olmadığını biliyordu Buharsaçlı. Dudaklarını yaladı ve tuzun tadını aldı.
[1] Orijinal metinde domuz sesi olan “oink” kullanılmıştır. Domuz sesi dilimizde homurdanmak olduğundan, o şekilde çevirdim.
0 yorum: