Arianne II
Gazap Burnu’nun güney kıyısı boyunca kadim zamanlardan kalan parçalanmış, taştan gözetleme kuleleri yükseliyordu. Bu kuleler, eskiden denizin karşısından yağma yapmaya gelen Dorne’lu akıncılara ikaz maiyeti taşıması için yapılmıştı. Kulelerin etrafında ise köyler kurulmuştu ve o köylerden pek azı gelişip kasaba olabilmişti.
Gökdoğan, Genç Ejderha’nın cesedinin Dorne’dan evine götürülürken üç gün boyunca kaldığı yere, Ağlayan Kasaba’nın limanına yanaştı. Kasabanın kalın ahşap duvarlarında hâlâ daha, en azından burada, Demir Taht’ın sözünün geçtiğini gösteren Kral Tommen’in geyik ve aslanlı sancağı dalgalanıyordu. Karaya çıkarken Arianne yanındaki eşlikçilerini “Dilinize hâkim olun,” diye uyardı. “Kral’ın Şehri buradan geçtiğimizi asla bilmemeli.” Lord Connington’ın isyanı hüsrana uğrarsa ve Dorne’un onu Connington ve yanındaki taht adayı ile görüşme yapmaya göndermesi açığa çıkarsa bu onlar için kötü sonuçlar doğururdu. Bu, babasının kızına kılı kırk yararak öğrettiği derslerden bir diğeriydi; Tarafını özenle, sadece onların kazanma şansını gördüğünde seç.
Geçen yılki fiyatlardan beş kat daha pahalı olmasına rağmen at almakta sorun yaşamadılar. “Biraz yaşlılar lâkin sıhhatleri yerinde,” dedi seyis. “Fırtına Burnu’nun bu yakasında daha iyilerini bulamazsınız. Akbaba’nın adamları karşılarına çıkan bütün atlara ve katırlara el koydular. Öküzleri de aldılar. Atlar için onlardan ödeme yapmalarını isterseniz bazıları kâğıtlara damga vurarak yapar. Bir kısmı ise karnınızı yarıp içinizden çıkardığı avuç dolu bağırsakla öder. Böylelerine denk gelirseniz sesinizi çıkarmayın ve atları onlara teslim edin.”
Kasaba, üç han barındıracak kadar büyüktü ve hepsinin ortak salonu dedikodularla doluydu. Arianne, bir şeyler duyup öğrenmeleri için her birine adamlarını gönderdi. Kırık Kalkan’da Daemon Kum, Holf’un Adamları’ndaki büyük septin yakıldığını ve denizden gelen yağmacılar tarafından yağmalandığını öğrendi. Ayrıca Bakire Adası’nda bulunan yüz genç rahip çırağı köle olarak alınmıştı. Dalgıçkuşu’na giden Joss Hood ise Ağlayan Kasaba’dan aralarında genç Sör Addam ve yaşlı Lord Whitehead’in oğlu ve varisinin de bulunduğu elli kadar adamın Jon Connington’a katılmak için kuzeye doğru yola çıktığını ve Akbaba Tüneği’ne gittiklerini öğrendi. İsminin hakkını veren Ayyaş Dorne’lu Feathers; insanların mırıldanmalarında akbabanın, Kızıl Ronnet’in erkek kardeşini idam ettiğini, kız kardeşine ise tecavüz ettiğini duymuştu. Erkek kardeşinin ölümünün ve kız kardeşine sürülen lekenin intikamını almak için Ronnet’in bizzat kendisinin hızlı bir şekilde güneye ilerlediği söyleniyordu.
Arianne, gördüğü ve duyduğu her şeyi babasına bildirmek için o gece Dorne’a ilk kuzgununu yolladı. Ertesi sabah, yeni doğan güneşin ilk huzmeleri Ağlayan Kasaba’nın sivri tepeli çatılarına ve kıvrık sokaklarına vururken Sisli Orman’a doğru yola çıktılar. Kuşluk vaktinde yemyeşil arazilerin ve küçük köylerin arasından kuzeye doğru ilerlerken hafif bir yağmur başladı. Şimdiye kadar hiçbir mücadele izine rastlamamışlardı, fakat tekerlek izleriyle dolu yolda seyahat eden diğer insanların başka bir yöne gittikleri görünüyordu. Köylerden geçerken kadınlar onlara temkinli gözlerle bakıyor ve çocuklarını yakınında tutuyorlardı. Daha da kuzeyde, düz araziler yerini engebeli tepelere ve ormanın sık koruluklarına bıraktı. Yollar patikalara dönüştü ve köylerin sayısı bir hayli azaldı.
Alacakaranlık vurduğunda yağmur ormanının kenarına, derelerin ve ırmakların karanlık ormanlar boyunca uzandığı ve zeminin çamur ile çürüyen yapraklardan oluştuğu ıslak yeşil diyara geldiler. Nehir yatakları boyunca Arianne’in daha önce hiç görmediği kadar büyük, devasa söğütler yetişmişti. Bu söğütlerin gövdeleri yaşlı bir adamın yüzü gibi çarpık ve eğri büğrüydü ve sakalı andıran gümüşi yosunlarla bezeliydi. Ağaçlar, ormanın her bir yanında çok sık ve dip dibeydiler ve güneşin içeri girmesini engelliyorlardı; Katran ağaçları, kırmızı ardıçlar, ak meşeler, kule kadar yüksek çeşitli çam ağaçları; devasa iğneyapraklılar, büyük yapraklı akçaağaçlar, kızılağaçlar ve tek tük de olsa vahşi büvet ağacı. Bunların birbirine geçmiş dallarının altında ise bol miktarda eğrelti otu ve çiçek yetişmişti; aşk merdivenleri, çançiçekleri, akşam yıldızları, zehirli öpücükler, kızılyaprak, ciğerotu, boynuzotu. Ağaçların kök ve gövdelerinin arasından yağmuru soluk benekli elleriyle yakalayan mantarlar türemişti. Diğer ağaçlar ise yosun tutmuştu; yeşil, gri çok az da olsa parlak erguvan. Her bir taş ve kaya, likenlerle kaplanmıştı. Ayrıca çürümüş kütüklerden şapkalı mantarlar çıkmıştı. Her yer göz alabildiğine yeşildi.
Arianne bir keresinde babasını ve Üstat Caleotte’yi bir rahiple Dorne Denizi’nin kuzey ve güney tarafının neden bu kadar farklı olduğu konusunda tartışırken duymuştu. Rahip, deniz tanrısının ve rüzgâr kraliçesinin kızlarını çalıp onların ebedi düşmanlığını kazanan ilk Fırtına Kralı Durran Godsgrief yüzünden olduğunu düşünüyordu. Prens Doran ve üstat daha çok su ve rüzgâr konusuna yönelmiş ve Yaz Denizi’nde oluşan büyük fırtınaların nasıl bütün rutubeti topladığını ve kuzeye doğru harekete geçip Gazap Burnu’na vurduğunu konuşmuşlardı. Babası, garip bir nedenden dolayı fırtınaların Dorne’a uğramadığını söylemişti. “Ben nedenini biliyorum,” diye cevap vermişti rahip. “Hiçbir Dorne’lu iki tanrının birden kızını çalmadı.”
Burada ilerleyişleri Dorne’dakinden çok daha yavaştı. Düzgün yollar yerine engebeli ve sağa sola kıvrılan yarıklardan, yosun kaplı kayaların arasından ve aşağısı böğürtlen çalılarıyla dolu derin vadilerden geçtiler. Patikalar bazen bataklığa gömülüyor ya da eğreltiotlarının arasında yok olarak kayboluyordu. Böyle durumlarda Arianne ve eşlikçileri, yollarını sessiz ağaçların arasında kendi başlarına buluyorlardı. Yağmur ise hâlâ hafif ve sabit bir şekilde yağıyordu. Dört bir yanlarında ağaç yapraklarından süzülen su damlalarının sesi vardı. Her bir milde ise küçük bir şelalenin müziği onları çağırıyordu.
Orman mağaralarla da doluydu. Islanmamak için ilk gecelerinde mağaralardan birine sığındılar. Ay ışığının uçuşan kumları gümüş rengine çevirdiği Dorne’da karanlık çöktükten sonra sıkça seyahat etmişti ancak yağmur ormanı bataklıklarla, derin vadilerle ve obruklarla doluydu. Ayın görülmesi imkânsızken ağaçların altı zift kadar karanlıktı.
Feathers, ateş yaktı ve Sör Garibald’ın yolda bulduğu mantar ve soğanlarla birlikte bir çift yaban tavşanı pişirdi. Yemeklerini yedikten sonra Elia Kum bulduğu bir sopayı üzerine kuru yosun atarak bir meşaleye çevirdi ve mağaranın derinliklerini keşfe çıktı. “Fazla uzağa gitme,” dedi kıza Arianne. “Buradaki bazı mağaralar çok derin. Kaybolmak zor olmaz.”
Prenses, Daemon Kum ile oynadığı bir cyvasse oyununu kaybetti, Joss Hood’u ise yendi. Diğer ikisi oyunun kurallarını Jayne Ladybright’a öğretmeye başlarken yanlarından ayrıldı. Bu tür oyunlardan yorulmuştu artık.
Yağan yağmuru izlemek için mağaranın girişinde bacak bacak üstüne atarak otururken Nym ve Tyene şimdiye dek Kral’ın Şehri’ne ulaşmış olmalılar diye düşündü. Henüz varmadılarsa da çok yakında ulaşırlar. Tecrübeli üç yüz mızrak da onlarla birlikte Boneway yolu üzerinden Yaz Kalesi’ni geçip Kral Yolu’na doğru gitmişti. Lannisterlar, kral ormanındaki tuzaklarını uygulamaya geçirseydi Leydi Nym bunun felaketle sonuçlanacağını görürdü. Katiller de peşine düştükleri avı bulamazlardı. Prenses Myrcella’dan gözü yaşlı bir şekilde ayrıldıktan sonra Prens Trystane Güneş Mızrağı’nda kalmıştı ve artık güven içindeydi. Bu kardeşlerimden biri diye düşündü Arianne. Peki ya Quentyn? Akbaba’nın yanında değilse nerede? Ejderha kraliçesi ile evlenmiş miydi? Kral Quentyn. Hâlâ daha kulağa aptalca geliyordu. Daenerys Targaryen, Arianne’den altı yedi yaş gençti. O kadar genç biri, kardeşi gibi sıkıcı ve renksiz birini ister miydi? Genç kızlar görevine bağlı ciddi erkekler yerine hınzır gülümsemelere sahip gösterişli şövalyelerin hayalini kurardı. Yine de Dorne’u isteyecek. Demir Taht’a oturmak istiyorsa, Güneş Mızrağı’nın desteğini almalı. Bunun karşılığı Quentyn ise ejderha kraliçesi bunu ödemeli. Peki ya Daenerys şu anda Connington ile birlikte Akbaba Tüneği’ndeyse ve bu diğer Targaryen olayı zekice kurgulanmış bir oyunsa? Kardeşi şu an pekâlâ Daenerys’in yanında olabilirdi. Kral Quentyn. [i]Ona diz çökmem gerekecek mi?
[/i]Bunları düşünmenin bir faydası yoktu. Quentyn ya kral olacak ya da başarısızlığa uğrayacak. Umarım Daenerys ona, benim kardeşime davrandığımdan daha nazik bir şekilde davranır.
Artık uyuma vakti gelmişti. Sabah olunca gidecekleri uzun mesafeler vardı. Arianne anca yerine kurulurken Elia Kum’un henüz dönmediğini fark etti. Başına bir şey geldiyse kardeşleri beni yedi farklı yolla öldürür. Jayne Ladybright, kızın mağaradan dışarı çıkmadığına dair yemin etti. Bu da Elia’nın hâlâ daha mağaranın içinde bir yerlerde karanlığın içinde dolaştığını gösteriyordu. Meşalelerle birlikte onu aramaya çıkmaktan başka bir yol yoktu.
Mağaranın düşündüklerinden çok daha derin olduğunu gördüler. Arianne ve yanındakilerin kamp kurup atlarını bağladığı mağaranın girişinin ilerisi, sağa ve sola kıvrılan deliklerle ve sürekli aşağı inerek kıvrılan geçitlerle doluydu. Daha da ilerde duvarlar tekrar açıldı ve kendilerini kalelerin büyük salonlarından daha büyük, kireçtaşı kaplı muazzam bir iç mağarada buldular. Bağırışları bir yarasa sürüsünü rahatsız etti ve gürültülü bir şekilde tepelerinde uçtular. Ancak Arianne ve arkadaşlarının bağırışlarına sadece yankılanan sesleri cevap verdi. Salonun çevresinde ağır bir tur attıktan sonra ileriye giden üç geçit daha olduğunu gördüler. Bir tanesi o kadar küçüktü ki yalnızca dizlerinin üstünde ellerinden yardım alarak ilerleyebilirdiler. “Biz ilkini deneyeceğiz,” dedi prenses. “Daemon, benimle gel. Garibald, Joss siz diğerini deneyin.”
Arianne’in seçtiği geçit otuz metre kadar ilerledikten sonra dikleşmeye ve nemlenmeye başladı. Bastığı yeri görmek iyice zorlaştı. Hatta ayağı kaydı ve yere düşmemek için kendini zor tuttu. Birçok kez geri dönmeyi düşündü fakat önünde Daemon’ın meşalesini görüp Elia diye seslendiğini duyunca yoluna devam etti. Ve birdenbire kendini başka bir iç mağarada buldu. Bu mağara en son gördüklerinden beş kat daha büyüktü ve dört bir yanı taş sütunlarla çevriliydi. Daemon yanına doğru gelip meşalesini kaldırdı. “Taşların üstündeki şekillere bak,” dedi. “Bu sütunlar ve şuradaki duvar. Gördün mü?”
“Yüzler,” dedi Arianne. [i]Bizi izleyen çok sayıda hüzünlü göz.
[/i]“Burası ormanın çocuklarına aitmiş.”
“Binlerce yıl önce.” Arianne başını çevirdi. “Duydun mu? Joss muydu bu?”
Öyleydi. Diğerleri Elia’yı bulmuştu. Arianne ve Daemon bunu öğrendikten sonra ıslak eğimli yoldan geri dönüp en son ayrıldıkları salona gittiler. Joss ve Geribald’ın gittikleri geçit; durgun, siyah bir havuza açılıyordu. Kızı burada beline kadar suya girmiş bir şekilde çıplak elleriyle kör beyaz balık yakalamaya çalışırken bulmuşlardı. Toprağa sapladığı meşalesinin üstünden ise dumanlar çıkıyor ve hâlâ yanıyordu.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne anlatılanları öğrenince. Elia’yı kolundan yakaladı ve salladı. “O meşale sönseydi karanlıkta bir başına kalırdın, adeta kör gibi. Tüm bunları yaparken aklından ne geçiyordu?
“İki balık yakaladım,” dedi Elia Kum.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne tekrardan. Sesi mağaranın duvarlarında yankılandı. [i]“…ölebilirdin …ölebilirdin …ölebilirdin…”
[/i]Yüzeye geri döndükten ve siniri geçtikten sonra, prenses kızı bir kenara çekti ve yanına oturdu. “Elia, bunlara artık bir son vermelisin,” dedi kıza. “Artık Dorne’da değiliz. Sen de kız kardeşlerinin yanında değilsin ve bu bir oyun değil. Güvenli bir şekilde Güneş Mızrağı’na dönene kadar hizmetçi kadın rolü yapman için bana söz vermeni istiyorum. Uysal, iyi huylu ve söz dinler olmanı istiyorum. Bir daha Leydi Mızrak ve mızrak dövüşleri hakkında konuştuğunu duymayacağım. Babandan ve kardeşlerinden bahsetmeyeceksin. Görüşmeye gittiğimiz adamlar paralı askerler. Bugün kendine Jon Connington diyen bir adama hizmet ediyorlar lâkin yarın sabah kolayca Lannisterlar’ın hizmetine girebilirler. Paralı askerlerin kalbine giden yol altından geçer ve Casterly Kayası’nda bundan bolca var. Yanlış kişiler senin kim olduğunu öğrenirse fidye için kaçırılabilirsin -”
“Hayır,” diye araya girdi Elia. “Fidye için kaçıracakları tek kişi sensin. Sen, Dorne’un varisisin. Ben ise sadece piç bir kızım. Baban senin için sandık dolusu altın verir. Benim babam ise öldü.”
“Evet öldü ama unutulmadı,” dedi Arianne. Hayatının yarısını babasının Prens Oberyn olmasını isteyerek geçirmişti. “Sen bir Kum Yılanısın. Prens Doran sana ve kardeşlerine zarar gelmemesi için her türlü bedeli öder.” Bu söz, en azından kızı gülümsetmeye yetti. “Bana yemin eder misin? Yoksa seni geri göndermek zorunda mı kalayım?”
“Yemin ederim.” Elia’nın sesinden pek memnun olmadı.
“Babanın kemikleri üzerine.”
“Babamın kemikleri üzerine.”
Bu yemin onu yerinde tutar diye düşündü Arianne. Kuzenini öpüp uyumaya yolladı. Belki de bu küçük maceranın yaşanması iyi olmuştu. “Ne kadar vahşi olduğunu asla anlayamazdım,” diye yakındı Arianne, Daemon Kum’a. “Babam onu niye peşime taktı ki?”
“İntikam?” dedi şövalye sırıtarak.
Üçüncü günün sonlarına doğru Sisli Orman’a vardılar. Sör Daemon, kaleyi kimin tuttuğunu öğrenmesi ve keşif yapması için Joss Hood’u önden gönderdi. “Duvarlarda yürüyen yirmi adam gördüm, biraz daha fazla da olabilir,” dedi döndükten sonra. “At arabaları ve yük arabaları dolu girip boş çıkıyorlar. Her kapıda muhafızlar bekliyor.”
“Sancaklar?” diye sordu Arianne.
“Altın rengi. Giriş kapısında ve kalede.”
“Armaları ne?”
“Bir şey göremedim. Hiç rüzgâr olmadığı için sancaklar direklere gevşek bir şekilde asılıydı.”
Bu, rahatsız edici bir durumdu. Altın Mürettebat’ın sancağında altın rengi kumaşın üzerinde herhangi bir arma ya da desen bulunmazdı. Ancak Fırtına Burnu’nun taç takmış geyik armasını taşıyan Baratheon Hanesi’nin sancağı da altındı. Rüzgârda dalgalanmadan gevşek bir şekilde asılı duran sancaklar ikisine de ait olabilirdi. “Başka sancak var mıydı? Gümüş-gri?”
“Tek gördüğüm altındı, prenses.”
Arianne kafasını salladı. Sisli Orman, armasında gri zemin üzerinde boynuzlu baykuş bulunan Mertyns Hanesi’nin kalesiydi. Onların sancakları yoksa anlatılanlar büyük ihtimalle doğruydu. Kale, Jon Connington ve paralı askerlerinin eline düşmüştü. “Risk almalıyız,” dedi Arianne yanındakilere. Kabul etmeliydi ki babasının ihtiyatı Dorne’da işe yarıyordu lâkin artık amcasının cesaretini sergileme vakti gelmişti. “Kaleye gidiyoruz.”
“Sancağınızı açalım mı?” diye sordu Joss Hood.
“Henüz değil,” dedi Arianne. Pek çok yerde prenses rolü oynamak işine yaramıştı fakat şimdi öyle bir zaman değildi.
Kale kapısının yarım mil kadar uzağındayken çivili deri yelek giyen ve çelik yarım miğfer takan üç adam ağaçların arkasından çıkıp önlerini kesti. İkisi arbalet taşıyordu. Diğeri ise pis bir sırıtışla donanmıştı. “Nereye gidiyonuz güzellikler?” diye sordu.
“Düşen Sis’e, amirinizi görmeye,” diye yanıt verdi Daemon Kum.
“Güzel cevap,” dedi sırıtan adam. “Bizimle gelin.”
Düşen Sis’in yeni amirleri Genç John Mudd ve Chain’di. Kendilerinin şövalye olduklarını söylüyorlardı. Ancak Arianne daha önce böyle davranan şövalyeler görmemişti. Mudd tepeden tırnağa teniyle aynı renkte kahverengi giyinmişti fakat kulaklarından bir çift altın sikke sarkıyordu. Mudd Hanesi’nin binlerce yıl önce Üç Dişli Mızrak civarında krallıklarının olduğunu biliyordu lâkin bu adamda kraliyet namına bir iz yoktu. Üstelik çok genç de değildi ama Yaşlı John Mudd olarak bilinen babasının da Altın Mürettebat’a hizmet etmiş olduğu anlaşılıyordu.
Chain’in boyu Mudd’dan onun yarısı kadar daha uzundu ve geniş göğsüne belinden omzuna kadar uzanan bir çift paslı zinciri çaprazlamasına geçirmişti. Mudd kılıç ve hançer taşırken Chain ise göğsüne geçirdiği zincirlerden iki kat daha ağır ve kalın olan bir buçuk metrelik demir halkalar taşıyordu. Bunu kırbaç olarak kullanıyor gibiydi.
Bunlar sert, kaba ve acımasız adamlardı ve ağızları laf yapmıyordu. Yaralı ve bozulmuş yüzleri ise özgür birliklere uzun yıllar hizmet ettiklerini gösteriyordu. “Rütbeli askerler,” diye fısıldadı Sör Daemon onları gördüğünde. “Bu tip adamlarla tanışmıştım.”
Arianne kendini tanıtıp gelme maksadını açıkladığında askerler ona yeterince misafirperver davrandılar. “Geceyi burada geçirirsiniz,” dedi Mudd. “Her birinize yatak var. Sabah ne ihtiyacınız varsa alır erzakınızı tamamlarsınız. Size yeni atlar da veririz. Le’dimin üstadı Akbaba Tüneği’ne kuzgun gönderip onlara geleceğinizi haber verebilir.”
“Onlar kim?” diye sordu Arianne. “Lord Connington mı?”
Paralı askerler birbirlerine baktılar. “Yarıüstat dedi,” dedi John Mudd. “Tünek’te onu bulacaksınız.”
“Akbaba ilerliyor,” dedi Chain.
“Nereye ilerliyor?” diye sordu Sör Daemon.
“Bunu söylemek bize düşmez,” dedi Mudd. “Chain, çeneni kapalı tut.”
Chain homurdandı. “O, Dorne’lu. Neden bilmesin ki? Buraya bize katılmaya geldi, değil mi?”
Henüz buna karar vermedim, diye düşündü Arianne. Ancak bu konuyu şimdilik açmaması gerektiğini hissetti.
Akşam olduğunda Baykuş Kulesi’ndeki salonda güzel yemekler servis edildi. Onlara dul Leydi Mertyns ve üstadı da katıldı. Kendi kalesinde tutsak olmasına rağmen yaşlı kadın dinç ve keyifli görünüyordu. “Lord Renly sancaklarını çağırdığında oğullarım ve torunlarım buradan ayrıldılar,” dedi prensese ve eşlikçilerine. “O vakitten beri onları görmedim lâkin zaman zaman bana kuzgun yollarlar. Torunlarımdan biri Karasu’da yaralanmış ama yaraları iyileşmiş artık. Yakın zamanda dönmelerini ve bu hırsızları asmalarını bekliyorum.” Masanın karşısındaki Mudd ve Chain’e elindeki ördek bacağını salladı.
“Bizler hırsız değiliz,” dedi Mudd. “Toplayıcıyız.”
“Avludaki yemeklerin parasını ödediniz mi?”
“Onları topladık,” dedi Mudd. “Halk daha fazlasını yetiştirebilir. Biz senin gerçek kralına hizmet ediyoruz yaşlı kocakarı.” Adam, eğleniyor görünüyordu. “Şövalyelerle daha nazik konuşmasını öğrenmelisin.”
“Siz ikiniz şövalye iseniz ben hâlâ bakireyim,” dedi Leydi Mertyns. “Ve istediğim gibi konuşurum. Hem ne yapacaksın, öldürecek misin? Çok bile yaşadım.”
“Size iyi davrandılar mı, leydim?” diye sordu Prenses Arianne.
“Tecavüze uğramadım, eğer sorduğun buysa,” dedi yaşlı kadın. “Ancak bazı hizmetçi kızlar o kadar talihli değildi. Evli ya da bekâr, adamlar hiçbir ayrım yapmadılar.”
“Kimse tecavüz etmedi,” diye ısrar etti Genç John Mudd. “Connington buna izin vermez. Onun emirlerini uyguluyoruz.”
Chain başını salladı. “Bazı kızlar ikna edilmiş olabilirler.”
“Halk, mahsulünü size vermek için nasıl ikna ediliyorsa aynı şekilde. İri göğüsler ya da bekâret, hepsi sizin için aynı. Almak istiyorsanız, alıyorsunuz.” Leydi Mertyns, Arianne’ye doğru döndü. “Lord Connington’ı görürsen ona annesini tanıdığımı söyle. Annesi bu davranışlarından dolayı ondan utanırdı.”
Belki söylerim, diye düşündü prenses.
O gece babasına ikinci kuzgununu gönderdi.
Arianne odasına giderken yan odadan gelen boğuk gülüşme seslerini duydu. Duraksadı ve bir süre dinledi. Ardından kapıyı açtı ve pencerenin önündeki bir koltuğa kıvrılıp Feathers ile öpüşen Elia Kum’u gördü. Feathers karşılarında prensesi görür görmez ayağa fırladı ve kekelemeye başladı. İkisi de kıyafetlerini çıkarmamışlardı. Arianne bunun üzerine biraz da olsa rahatladı ve Feathers’ı dışarı yollarken adama sert bir bakış atıp “Git,” dedi. Daha sonra Elia’ya döndü. “Senin iki katın yaşında. O bir hizmetçi. Kuşların pisliğini temizleyen bir adam. Elia, aklından ne geçiyordu?”
“Sadece öpüştük. Onunla evlenmeyeceğim.” Elia karşı çıkar bir biçimde kollarını göğsünün altına götürerek bağladı. “Daha önce hiç öpüşmediğimi mi düşünüyorsun?
“Feathers yetişkin bir adam.” Bir hizmetçi ama yine de bir adam. Ve bir anda Arianne’in aklına Daemon Kum’a bekâretini verdiğinde Elia ile aynı yaşta olduğu geldi. “Ben annen değilim. Dorne’a döndüğümüzde öpmek istediğin bütün oğlanları öp. Lâkin şimdi… Burası öpüşmek için uygun bir yer değil, Elia. Uysal, iyi huylu ve söz dinler olacağını söylemiştin. Buna lekesizi de eklemeli miyim? Babanın kemikleri üzerine yemin ettin.”
“Hatırlıyorum,” dedi Elia mahcup bir şekilde. “Uysal, iyi huylu ve söz dinler. Onu bir daha öpmeyeceğim.”
Sisli Orman’dan Akbaba Tüneği’ne giden en kısa yol, yeşilin içinden yani ıslak yağmur ormanının ortasından gitmekti. Ancak bu, en iyi koşullarda bile yavaş bir ilerleyişti. Oraya gitmek Arianne ve eşlikçilerinin beş gününü aldı. Ağaçların tepelerine vuran yağmurun müziği eşliğinde seyahat ettiler ve ağaçların büyük yeşil örtüleri ve dallarının altında sürpriz bir şekilde ıslanmadılar. Kuzeye doğru yolculukları sırasında dört gün boyunca Chain ve on adamı bir sıra yük arabası ile onlara eşlik ettiler. Mudd yanında değilken Chain aslında konuşkan olduğunu gösterdi ve Arianne adamın hayat hikâyesini rahatça dinleyebildi. En çok gurur duyduğu iftiharı büyük büyükbabasının Kara Ejderha ile birlikte Kızılçimen Tarlası Savaşı’nda savaşması ve Acıçelik ile birlikte dar denizin karşısına geçmesiydi. Chain, mürettebatın içinde doğmuştu ve paralı asker babası, kamptaki bir fahişeden çocuk sahibi olmuştu. Chain, Ortak Dil öğretilerek yetişmesine ve kendisini Westeroslu olarak görmesine rağmen ilk defa Yedi Krallığa ayak basıyordu.
Acılı bir hikâye, ve bilindik bir hikaye diye düşündü Arianne. Adamın hayatı hep aynıydı; Savaştığı yerlerin, karşılaştığı ve öldürdüğü düşmanların ve aldığı yaraların uzun bir listesi. Prenses onun konuşmasına izin verdi. Anlattıklarına etkilenmiş gibi davranarak kimi zaman kahkahayla, kimi zaman dokunuşla, bazen ise bir soruyla karşılık verdi. Aslında bilmesine hiç gerek olmayan şeyler öğrendi; Mudd’un zar oyunundaki yeteneği, İki Kılıç ve kızıl kadınlara karşı düşkünlüğü, birinin Harry Strickland’in gözde filini çalıp kaçması, Küçük Kedi ve onun şanslı kedisi. Ve diğer çeşitli başarılar ve Altın Mürettebat’ın adamları… Ancak yolculuklarının dördüncü gününde, hiç beklemediği bir anda Chain ağzından bir şey kaçırdı. “… Fırtına Burnu’nu aldığımız zaman…”
Prenses şöyle bir duraksamasına rağmen herhangi bir yorum yapmadı. Fırtına Burnu. Görünüşe göre akbaba bir hayli cesur. Ya da aptal. Üç yüz yıldır Baratheon Hanesi’nin ve ondan önce de binlerce yıl boyunca Fırtına Krallarının yerleşkesi olan Fırtına Burnu’nun ele geçirilemez olduğu söylenirdi. Arianne diyardaki en güçlü kalenin hangisi olduğuna dair yapılan tartışmalara tanık olmuştu. Bazıları Casterly Kayası, bazıları ise Arrynler’in Kartal Yuvası derdi. Kimisi de buz kesen kuzeydeki Kışyarı olduğunu söylerdi. Lâkin her konuşmada illaki Fırtına Burnu’ndan bahsedilirdi. Efsaneye göre kale, intikam arayan tanrının gazabından korunmak için Mimar Brandon tarafından yapılmıştı. Kalınlığı on iki metreden yirmi dört metreye kadar uzanan duvarları, Yedi Krallıktaki en uzun ve en güçlü duvarlardı. Muazzam penceresiz kulesinin uzunluğu Eski Şehir’deki Hightower Kulesi’nin yarısından da azdı lâkin bu kule Eski Şehir’deki gibi basamaklı değildi. Dümdüz ve dik bir şekilde yukarı uzanıyordu. Ve duvarları üç kat daha kalındı. Hiçbir kuşatma kulesi Fırtına Burnu’nun mazgallı siperlerine ulaşacak kadar uzun değildi ve hiçbir mancınık bu devasa kalınlıktaki duvarlarda gedik açamazdı. Connington bir kuşatma yapmayı mı düşünüyor? diye düşündü. Kaç adamı olabilir? Kale düşmeden uzun zaman önce Lannisterlar bir ordu gönderip kuşatmayı kırardı. [i]Bu yolda da umut yoktu.
[/i]O gece Chain’in söylediğini İnayet Piçi Daemon Kum’a anlattığında o da Arianne gibi şaşırdı. “En son duyduğumda Fırtına Burnu hâlâ daha Stannis’e sadık adamlar tarafından tutuluyordu. Connington, onla savaşmak yerine Stannis gibi bir asi ile ortak amaç uğruna hareket edebilir mi?”
“Stannis ona yardım etmek için çok uzakta,” dedi Arianne. “Lordları ve kale garnizonları uzak diyarlarda savaştayken birkaç küçük kaleyi ele geçirmek fazla önemli değildir. Lâkin Lord Connington ve evcil ejderhası bir şekilde diyardaki en güçlü kalelerden birini alırsa…”
“… diyar onları ciddiye almak zorunda kalır,” diye sözünü tamamladı Sör Daemon. “Ve Lannisterlar’ı sevmeyenler onların sancağının altına akın ederler.”
Arianne o gece babasına küçük bir not daha yazdı ve Feathers’a üçüncü kuzgununu yollamasını söyledi.
Görünüşe göre Genç John Mudd da bazı kuzgunlar gönderiyordu. Dördüncü günde hava kararmaya yakınken ve Chain ile yük arabalarının yanlarından ayrılmasının üzerinden fazla geçmeden Akbaba Tüneği’nden bir dizi paralı asker, Arianne ve ekibini karşılamaya geldi. Bu gruba parmakları boyalı ve kulaklarında ışıldayan değerli taşlar bulunan, hayatında gördüğü en garip yaratık öncülük ediyordu.
Lysono Maar, Ortak Dil’i çok iyi konuşuyordu. “Altın Mürettebat’ın gözü ve kulağı olma şerefine nailim, prenses.”
“Sen şey gibi…” Arianne duraksadı.
“…kadın gibi miyim?” Adam kahkaha attı. “Ama değilim.”
“…Targaryen gibisin,” dedi Arianne. Gözleri solgun eflatundu ve saçları beyazlı altınlı bir renkteydi. Yine de onunla ilgili bir şey teninin karıncalanmasına neden olmuştu. Viserys de mi böyle gözüküyordu? diye düşünürken buldu kendini. [i]Öyleyse ölmesi iyi olmuştur belki de.
[/i]“Gururumu okşadın. Targaryen Hanesi’nin kadınlarının dünyada eşi benzeri olmadığı söylenir.”
“Peki ya Targaryen Hanesi’nin erkekleri?
“Daha da güzeller. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse sadece bir tanesini gördüm.” Maar, prensesin elini tuttu ve bileğini hafif bir şekilde öptü. “Sisli Orman, geleceğinizi haber etti, tatlı prenses. Size, Tüneğe kadar eşlik etmekten onur duyarız. Lâkin korkarım ki Lord Connington ve genç prensimizi kaçırdınız.”
“Savaşa mı gittiler? Fırtına Burnu’na?”
“Aynen öyle.”
Lys’li adam Chain’den çok daha farklı biriydi. Bu ağzından bir şey kaçırmayacak, diye farkına vardı birlikte geçirdikleri birkaç saatin ardından. Maar, ağzı yeterince laf yapan biriydi fakat bu kadar güzel konuşurken aslında bir şey anlatmama özelliğine sahipti. Onunla birlikte gelen atlılar ise dilsiz olabilirlerdi. Arianne’in adamları onların yanından gitmelerine rağmen tek kelime konuşmamışlardı.
Arianne onunla açık bir şekilde yüzleşmeye karar verdi. Sisli Orman’dan ayrılmalarının beşinci gününde, öğle vakti, üstünü yosun ve asma yapraklarının kapladığı yıkılmış eski bir kulenin yanında kamp kurarken adamın yanına oturdu ve “Gerçekten filleriniz var mı?” dedi.
“Çok az,” dedi Lysono Maar omuz silkip gülümseyerek.
“Peki ya ejderhanız? Kaç tane var?”
“Bir.”
“Oğlanı kastediyorsun yani.”
“Prens Aegon yetişkin bir erkek, prenses.”
“Uçabiliyor mu? Ateş üfleyebiliyor mu?”
Lys’li güldü ama eflatun gözleri soğuk kaldı.
“Cyvasse oynamasını biliyor musunuz, lordum?” diye sordu Arianne. “Babam bana öğretiyor. İtiraf etmem gerekir ki pek iyi değilim lâkin ejderhanın filden daha güçlü olduğunu biliyorum.”
“Altın Mürettebat bir ejderha tarafından kuruldu.”
“Acıçelik yarı ejderhaydı ve bir piçti. Üstat değilim ama biraz tarih biliyorum. Siz hâlâ paralı askerlersiniz.”
“Sizi memnun edecekse öyleyiz, prenses.” dedi ince bir nezaketle. “Biz kendimize sürgündeki özgür kardeşlik demeyi tercih ediyoruz.”
“Dilediğinizi söyleyin. Özgür kardeşler buradan gittiğinde mürettebatınız diğer birliklerin daha üstünde olacak, sizi temin ederim. Lâkin Altın Mürettebat, ne zaman Westeros’a gelse her defasında yenilgiye uğratıldı. Başlarında Acıçelik varken kaybettiler, Blackfyre Taht Adaylarını başarısızlığa uğrattılar. Birliği, Canavar Maelys yönetirken ise daha da güçten düştünüz.”
Bu onu eğlendirmiş gözüküyordu. “En azından ısrarcı olduğumuzu kabul etmelisiniz. Ve o yenilgilerin bazılarında zaferin kıyısından döndük.”
“Bazılarında ise dönmediniz. Ayrıca zaferin kıyısında mücadele verip ölenler bozguna uğrayıp yenilmeniz sonucunda ölenlerden daha farklı değil. Babam Prens Doran akıllı bir adamdır. Sadece kazanabileceği savaşların mücadelesini verir. Ayrıca savaşın yönü ejderhanızın aleyhine dönerse Altın Mürettebat’ın önceden yaptığı gibi yine dar denizin karşısına kaçacağına şüphe yok. Bir zamanlar Robert’in Çanlar Savaşı’nda Lord Connington’ı yendikten sonra Connington’ın yaptığı gibi. Dorne’un bu şekilde kaçacağı bir yer yok. Neden kılıç ve mızraklarımızı sizin bu belirsiz davanıza adayalım?”
“Prens Aegon sizin kanınızdan, prenses. Prens Rhaegar Targaryen’in ve babanızın kardeşi Elia Martell’in oğlu.”
“Daenerys Targaryen de benim kanımdan. Rhaegar’ın kardeşi ve Kral Aerys’in kızı. Ve onun ejderhaları var. Ya da hikâyeler bize bunu inandırdı.” Ateş ve kan. “O nerede?”
“Dünyanın öbür ucunda, Köle Körfezi’nde,” dedi Lysono Maar. “O sözde ejderhalara gelirsek, onları bizzat görmedim. Cyvasse oynarken, evet, ejderha filden daha güçlü. Lâkin savaş alanında bana sözlerden ve temennilerden oluşan ejderhalar değil; bizzat gördüğüm ve düşmanıma karşı ileri sürebileceğim filler verin.”
Prenses derin ve düşünceli bir sessizliğe büründü. O gece babasına dördüncü kuzgununu yolladı.
Kapalı, ıslak ve serin bir havada yağmur ince bir şekilde yağarken Akbaba Tüneği nihayet deniz sisinin arasında ortaya çıktı. Lysono Maar bir elini kaldırdı, sarp kayalıklarda yankılanan trompet sesleri duyuldu ve kalenin kapısı yavaşça açıldı. Kapı kulesinde asılı duran ve yağmurdan sırılsıklam olmuş sancakta Connington Hanesi’nin beyaz ve kırmızısı gözüküyordu. Ayrıca mürettebatın altın rengi sancağı da göze çarpıyordu. Gemikıran Koyu’ndaki dalgaların her iki taraftan da çarptığı ve akbaba boğazı olarak bilinen bir tepe sırtından ikili sıralar halinde geçtiler.
Kaleye geldiklerinde Altın Mürettebat’a bağlı bir düzine asker bir araya toplanıp Dorne prensesini nezaketle karşıladılar. Lysono Maar adamları tanıtırken her biri teker teker eğilip prensesin elini öptüler. Çoğu isim duyar duymaz aklından uçup gitmişti bile.
Kalenin komutasındaki adam biraz yaşlıcaydı. Çizgili ve sakalsız bir yüzü vardı. Uzun saçlarını ise topuz yapmıştı. Bu savaşçı değil diye düşündü Arianne. Lys’li adam onu Haldon Yarıüstat olarak tanıtınca düşüncesinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.
Tanıştırma faslı nihayet durulunca “Sizin için özel odalar hazırlattık,” dedi Haldon. “Tam size uygun olduğuna inanıyorum. Lord Connington’ı aradığınızı biliyorum. O da acilen sizinle görüşmek istiyor. Eğer memnun edecekse, yarın sabah sizi ona götürecek bir gemi kalkacak.”
“Nereye?” diye sordu Arianne.
“Kimse anlatmadı mı?” Haldon Yarıüstat ona hançer kesiği gibi ince ve sert bir gülümseme sergiledi. “Fırtına Burnu artık bizim. Kral Eli sizi orada bekliyor.”
Daemon Kum, prensesin yanına doğru bir adım attı. “Gemikıran Koyu, sakin yaz günlerinde bile tehlikeli olabilir. Fırtına Burnu’na karadan gitmek daha güvenli bir yol olacaktır.”
“Yağmurlar yolları çamura buladı. Yolculuğunuz iki ya da üç gün sürer,” dedi Haldon Yarıüstat. “Prenses oraya gemiyle yarım günde gidecektir. Hatta daha az bile sürebilir. Kral’ın Şehri’nden Fırtına Burnu’na bir ordu geliyor. Savaş başlamadan önce güvenli bir şekilde duvarların içerisinde olmak isteyeceksinizdir.”
İsteyecek miyiz? diye merak etti Arianne. “Savaş mı, kuşatma mı?” Fırtına Burnu’nda kendini kapana kıstırmaya niyeti yoktu.
“Savaş,” dedi Haldon kesin bir şekilde. “Prens Aegon düşmanlarını açık arazide parçalamak istiyor.”
Arianne ve Daemon Kum birbirlerine baktılar. “Bize odalarımızı gösterir misiniz lütfen? Biraz dinlenmek ve kuru kıyafetler giymek istiyorum.”
Haldon, prensesin önünde reverans yaptı. “Derhal.”
Arianne ve eşlikçileri sivri pencerelerin Gemikıran Koyu’na baktığı doğu kulesinde misafir edildiler. İçeri girip kapıları kapatır kapatmaz “En azından kardeşinin Fırtına Burnu’nda olmadığını biliyoruz,” dedi Daemon Kum. “Daenerys Targaryen’in ejderhaları varsa bile kendisi dünyanın öbür ucunda ve bunun Dorne’a bir faydası yok. Fırtına Burnu’nda bizim için bir şey yok, prenses. Prens Doran sizi savaşın ortasına göndermek isteseydi, yanınıza üç değil üç yüz şövalye verirdi.”
O kadar emin olma, sör. Kardeşimi Köle Körfezi’ne yanına beş şövalye ve bir üstat vererek gönderdi. “Connington ile konuşmam lazım.” Arianne pelerinindeki birbirine bağlı güneş ve mızrağı ayırdı ve ıslak giysisini yerdeki su birikintisine doğru bıraktı. “Ve bu ejderha prensi görmek istiyorum. Gerçekten Elia’nın oğluysa…”
“Eğer Connington, Mace Tyrell ile açık savaş mücadelesi verecekse kimin oğlu olduğu fark etmez. Çok geçmeden esir düşecektir, ya da ölecektir.”
“Tyrell korkulacak bir adam değil. Amcam Oberyn -”
“ – öldü prenses ve Altın Mürettebat’ın bütün gücü on bin askerden ibaret.”
“Lord Connington hiç şüphesiz kendi gücünün farkındadır. Savaş riskini alıyorsa kazanacağına inanıyor olmalı.”
“Peki bu zamana kadar kaç kişi kazanacağına inandığı savaşlarda ölmüştür?” diye sordu Sör Daemon. “Tekliflerini geri çevirin, prenses. Bu paralı askerlere güvenmiyorum. Fırtına Burnu’na gitmeyin.”
Buna izin verecekleri düşüncesine onu inandıran ne? Haldon Yarıüstat ve Lysono Maar’ın o istese de istemese de ertesi sabah onu gemiye bindirdiği düşüncesi aklına gelince içini tedirgin bir his kapladı. Onları sınamamak en iyisi. “Sör Daemon, amcamın yaverliğini yaptın,” dedi. “Eğer şu an onunla birlikte olsaydın, ona da bu teklifi reddetmesi için akıl verir miydin?” Adamın cevabını beklemedi. “Cevabı biliyorum. Bana Kızıl Yılan olmadığımı hatırlatacaksan bunun zaten farkındayım. Lâkin Prens Oberyn öldü, Prens Doran ise yaşlı ve hasta bir adam. Ben, Dorne’un varisiyim.”
“İşte bu yüzden kendinizi riske atmamalısınız.” Daemon Kum bir dizinin üstüne eğildi. “Fırtına Burnu’na beni gönderin. Akbabanın planları ters gider ve Mace Tyrell kaleyi geri alırsa, şan ve şöhret kazanma umuduyla kılıcını kendi taht adayına adayan başka bir topraksız şövalye olurum.”
Halbuki ben gidersem, Demir Taht bunu Dorne’un paralı askerlerle işbirliği içinde olduğuna ve istilalarına katkıda bulunduğuna dair bir kanıt olarak görür. “Benim için kendini ortaya atman çok cesurca, sör. Bunun için teşekkür ederim.” Adamın ellerini tuttu ve onu tekrar ayağa kaldırdı. “Babam bu görevi sana değil bana verdi. Sabah olduğunda ejderhaya kendi yuvasında meydan okumak için denize açılacağım.”
Takipte Kalın
Harikalar diyarına düşen her yapraktan haberdar olmak için...