Hikayenizi Bizimle Paylaşın Kampanyasının İlk Meyvesi; Cazu


"Hikayenizi bizimle paylaşın" kampanyası ilk meyvesini verdi ! Bay Baykuş adlı bir takipçimiz hikayesini bize gönderdi ve bizde memnuniyetle hikayesini paylaşıyoruz. Sizde yazarımıza destek olmak istiyorsanız, hikayesini okuyun, paylaşın ve yorumlarınızı esirgemeyin. Unutmayın hiçbir hikaye değersiz değildir, sizinde bir hikayeniz varsa bize gönderin, yayınlayalım. Mail adresimiz:fantastiknesriyat@gmail.com...


Vardır Herkesin Bir Hikâyesi
Anlatılmaya Değer
Anlatırım Hikâyemi
Dinlersen Eğer

Cazu














Ölenler ve Yasayanlar
Akşam yola çıkarken hava öyle güzeldi ki birden dolunca şaşırdılar. Uzaklarda bir parıltı oldu gökyüzünde sonra bir gürültü duyuldu ve usulca yağmur yağmaya başladı.
***
Küçük kız ağacın dalında oturuyordu, incir ağacının geniş yaprakları onu ıslanmaktan alı koyuyordu oysa onun ıslanıp ıslanmamak gibi bir derdi yoktu. Kendi halinde gecenin zifiri karanlığında ıslık çalıyordu. O ıslık çaldıkça şimşek çakıyor, nefes almak için durunca da gök gürlüyordu, sevgili kuşu ise yanı başında durmuş, sessizce etrafı izliyordu. O gece incir ağacının birçok misafiri vardı. Kız, kızın kuşu onları görüp oraya gelmiş birkaç puhu, ağacın altında kuytu bir yer bulup oraya kıvrılmış bir köpek, gecenin karanlığında gözleri yeşil alevler gibi yanan köpeğin daha önce görmediği ve birazda korktuğu ince hırıltılarıyla kıza eşlik bazı başka hayvanlarda…

Puhu hüzünlü bir ötüşle, yağmurlu geceye karışıp uçunca, kız ve kuşu bir birlerine baktılar. Yağmur bir anda hızını arttırdı, kız tekrar ıslık çalmaya başladı ama yağmur buna hiç aldırmıyor daha da hızlanıyordu. Kuş, kızın elini birkaç kez gagaladı ve aşağı atladı, kızda peşi sıra atladı aşağıya “ne oldu” der gibi baktı kuşa. Kuş, başıyla onu takip etmesini işaret edip havalandı kız kötü bir şey olacağını anlamıştı, ama ne? Biraz uzaklaşmışlardı ki yanlarından bir araba hızla geçti, yağmurda kayganlaşmış yolda sağa sola yalpalıyordu. Kız “yavaş ol” diye bağırdı “ah şu gençler” diye düşündü, “hız yapmaya bayılıyorlar”. O böyle düşünüyorken,  birden gece gündüz oldu adeta, arkasında top patlamış bir gürültü duydu, kulakları sağır gözleri kör olmuş gibi dünyadan koptu bir an az evvel durduğu noktandan birkaç metre ilerde ayağa kalkarken yalpalıyor, titriyordu. İki elini kuvvetlice kulaklarına bastırdı onu çileden çıkartacak kadar kuvvette bir kulak çınlaması dengesini iyice bozuyordu. Güçlükle birkaç adım atarak ilerlemeye çalıştı, önce dizleri üstüne çöktü sonra yüzükoyun yere kapaklandı. Yağmur üzerine yağmaya devam ediyordu, kesik kesik ağlayışlar ve inlemeler duydu uzaktan, sağır olmadığına sevinemeyecek kadar canı yanıyordu, güçlükle doğruldu ayağa kalktığında az önce üzerinde oturduğu incir ağacına bir yıldırım isabet ettiğini şimdi birkaç büyük parçaya ayrılmış ağacın yağmura rağmen alev-alev yandığını görüyordu. Daha korkuncu ise az evvel yanından geçtiğini tahmin ettiği arabanın yoldan çıkmış ve harap hali biraz ileride yanan yemişin ışığıyla belli belirsiz seçiliyordu. Kendini toparlayarak, hızla o tarafa doğru koşmaya başladı.

“Ben ne yaptım, ben yaptım, ne yaptım böyle” diye kendi kendine sayıklarken gözleri dolu-dolu olmuştu “Kimse ölmüş olmasın lütfen kimse ölmüş olmasın, ne olur, ne olur…” arabanın yanına varınca bir adamı camdan fırlamış halde buldu. Bir şeyi yok gibi duruyordu, baygındı, önce onun yanına koştu biraz sarsınca adam gözlerini açtı “oğlum, eşim …”, “arabada…” , “yardım et.” diyebildi ancak. Yoldan fırlamış olan araba belli ki taklalar atarak yuvarlanmış sonrasında bir kayaya çarparak durmuş ancak kaya içinde kalanlarla beraber arabayla ezmişti, kadın sağlam gibi görünse de ölmüştü çocuk ise daha şanssızdı ölmüştü hem de yüzü ve vücudu ezilerek. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı ve dalı insanüstü bir güçle çekip fırlattı koca dalı. İçeridekilere baktı hüzünle, “Ben yaptım, bu gece yağmur yağdırmasam da olurdu, neden yaptım neden, neden” diyordu bir yanda da hüngür hüngür ağlarken.

 İki cesedi de özenle kırılmasından korkarmış gibi dışarı çıkarttı. Adam sürünerek yanına gelmişti bu sırada eşinin göğsünün üzerine kapanarak ağlamaya başladı, yalvardı kıza “Kurtar onları, ne olur, kurtar” kız adama “Onları kurtara bilirim ama bedeli çok ağır olur senin için anlıyor musun?” dedi adama. Adam başını salladı “hı-hı” diyebildi, kız “Ölürsün” dedi “Eğer onları kurtarırsam, sen ölürsün, anlıyorsun değil mi?”, “Öleyim” dedi adam, “Öleyim” sesi kesildi soluklandı “Benim yüzümden oldu” dedi. Kız “Senin suçun değil” diyemedi. Adamın üzerine eğildi, sağ elinin işaret ve orta parmağını adamın iki gözünün üzerine koydu, biraz bastırdı ve çekti, yavaşça parmaklarını, parmaklarının ucunda gül pembesi bir sis bulutu gibi görünen bir ışıkla doğruldu, iki ölüye doğru yöneldi elinde taşıdığı şeyi düşürmekten korkuyordu sanki. Bir elindeki sisi annenin bir sisi oğulun biçimsizce açılmış ağızlarından içeri bıraktı. İkisinin vücutları bir an için yerden yükseldi hızla ve yere düştü tekrar ve belli belirsiz, hırıltılı sesler çıkartarak nefes almaya başladılar. Kız annenin kulağına eğilerek fısıldadı “Bu sizi çok yaşatmaz bil, bir can ikiye bölmek zordur, senin ömrün oğlununkine göre kısa olacak bunu istemezdim. Özür dilerim, eşinden sana kalan canın birazını sana vereceğim oğlun biraz büyüyünce sen öleceksin ne yazık ki elimden bir şey gelmez affet ne olur bunlar olsun istemedim.” Sonra ufacık tefecik oğlanın üzerine eğildi, yaşıyordu evet ama narin vücudu çok hırpalanmıştı, iki elini çoğun şekli bozulmuş yüzünün üzerine koydu sessizce bir şeyler fısıldadı gecenin koynuna, yağmur yağmaya devam ederken, elleri ışıldadı kızardı, ısındı ellerini çocuğun yüzünden çektiğinde çocuğun yüzü yeniden bir insanın yüzünün olması gerektiği şekildeydi. Ancak yüzü hala bembeyazdı çok fazla kan kaybetmiş olmalıydı açık yaraları kapanmıştı ama taze izleri hala belli oluyordu üzerinde hala ıslak kanlı kıyafetleri vardı. Kız elini yerde bulduğu bir metal parçasıyla avucunu kesti, bir kesikte çocuğun göğsünün sol tarafına, kalbin olması gereken yere attı. Sadece birazcık kan aktı dışarı, kız üzüntü ve şefkatle buruşmuş bir yüzle çocuğa baktı kesik avcunu çocuğun küçük göğsüne bastı ve kanının içine akmasına müsaade etti. Yağmur suyunu çeken kurumuş toprak gibi genç kızın kanı bebeğin damarlarına karıştı. Bu halde biraz bekledi, çocuğun yüzüne tekrar renk gelince elini çekti ve ayağa kalktı. İkisi de şimdi hayattaydı, anneye babanın ruhunun yarısını vermişti diğer yarısını çocuğa. Kanından birazını çocuğa vermek onu rahatsız etse de bunu biraz da diyetini ödemek için yapmıştı. Adamın benliğinin yarısı çocuğa yetse de erişkin bir insana yarım ruh yetmiyordu bu yüzden de kadına, kendi zihninden soyutladığı bir parçayı da vermek durumunda kalmıştı. İkisi de yaşıyordu artık evet ama kız ise, artık on beş, on altı yaşlarında değil yirmilerinde görünüyordu. “Sadece yaşlandırdın beni ufaklık, çok iyi yüreklisin ben seni öldürdüm oysa. Teşekkür ederim, sana yalnızca yüz güzelliği veremedim özür dilerim, sende benden bir parça var artık, ufaklık beni anlamıyorsun biliyorum ama zaten günü gelince öğreneceksin, özür dilerim, özür dilerim…” dedi sustu. “Emin ol tekrar karşılaşacağız bana yardım et tekrar ne olur” sonra tek ses etmeden bir ıslık la kuşunu tekrar çağırıp oradan koşarak, ardına dönüp bakmadan oradan uzaklaştı.
***
            Ertesi gün onları bulduklarında anne ve oğul bütün gece yağmur altında kaldıkları halde kup kuruydular, baba ise öleli bir ay olmuş gibi morarmış ve çökmüştü, hastaneye kaldırıldılar kaza hakkında hiçbir şey hatırlamadılar, yaşamaya devam ettiler. O günün hatırası annede bir vicdan azabı, çocuğun göğsünde ise bir yara iziyle kaldı, unutulmadı hiçbir zaman tam anlamıyla. Yaşadılar kendi hallerinde yıllarca.

  


Kara Haberci
         Haziran ayı bitiyordu ve sıcak bir yaz gecesi hissettiriyordu kendini, gökyüzünde yıldızlar yoktu ama ay neşeyle parıldıyordu.

Çocuğun yattığını odada sessizlik hâkim olsa da tavan arasından tıkırtılar geliyordu o sıra, acelesi olan fareler oradan orya koşturuyordu gecenin bir vakti. Sakin geceyi kedi sesleri doldurmuştu.  Hararetli bir konuydu sanki aralarındaki,  tartışıyorlardı belli ki. Seslerinde tedirginlik vardı, ikisi hızla diğer çatıya atlayarak kendileri gibi kara gece içinde kaybolup gittiler. Biri onların ardından baktı kuyruğunu salladı, boynunu büktü sağ tarafına doğru. Gökteki dolunayın önünde bir iki leylek uçarak uzaklaştı, mevsimsiz geldikleri bu kasabadan biraz da acele ederek gidiyorlardı. Sonra kimse, hiçbir şey kalmadı havada uzakta bembeyaz, yusyuvarlak ayın ortasında bir noktacık belirdi sonra. Kalan son kedi siyah noktaya sarı gözlerini dikerek uzun süre izledi, artık kuşun sesi duyulunca oda çevik bir hareketle çatıdan aşağı atladı biraz gürültü çıkartarak siyah gecede kayboldu.

Saat tam on birde, açık camdan, gece karası bir güvercin dalıverdi içeriye. Boynu açık koridor kapısından sızın ışıkla altın renginde parlıyordu. Usulca kondu komodinin üzerine. Çocuğun uyuduğunu görünce oradan atlayıp onun göğsüne tünedi onu uyandırmak zor olmamıştı kısık-kısık açtığı gözleriyle kuşa bakan çocuğun yüzünde bir gülümseme oluştu. Artık masallarda kalmış bir posta güvercini usulca mektubun sarılı olduğu sağ ayağını kaldırdı. Çocuk kâğıdı aldı, kuş selam verircesine öne eğdi başını ve kaldırdı usulca ve geldiği gibi çıktı pencereden dışarı, çam ağaçları arasında karanlık gecede kayboldu…
***
Geç kalmıştı. Zaten ne zaman kuşu beklese hep geç kalırdı okula çoktan “andımız” okunmuş ve her öğrenci sınıflarına gitmişti. Sabah annesinden yediği azardan kızaran yüzü hala utancın allığını ve sıcaklığını taşıyordu okul yolunun köşesini dönerken. Açık dış kapıdan usulca girdi, nöbetçi öğrenciler beden eğitimi öğretmeni denetiminde mıntıka temizliği yapıyordu, onlara görünmeden bir suçlu gibi oradan sıyıştı, sınıfa girdiğinde biraz daha rahatlamıştı Belkıs öğretmen henüz gelmediği için sorun yoktu. Normalde tek başına oturduğu sırasında bir başkasını oturuyor görünce şaşırdı. Üstüne üstelik sırasında oturan bir kızdı. “Hah” dedi içinden “Bir bu eksikti” istemeyerek te olsa yanına oturduğunda kızın adının Meliha olduğunu, babasının madende mühendis olduğunu, annesinin olmadığını, aslen Uşaklı olduğunu hiç umursamadığı halde öğrendi. Yani hadi ama kulağınızın dibinde heyecanla bağıra bağıra öz geçmişini anlatan birini nasıl duymazsınız ki?

Okulun kapanmasına gün varken neden bir öğrenci okula gelir ki diye düşündü, babası 3 gün bekleseymiş “yazık” diye geçirdi içinden. Daha öncede sınıflarına yeni öğrenciler gelmişti. Ama hiç biri bu kız kadar ilgi çekmemişti. Hatta Tansu bile ki o yanına otursa ses etmeyeceği tek kızdı. Ve o her zaman Nevcan la birlikte otururdu. Aslında kıza değildi bu tavrı kimsenin ilgisini çekmeden oturduğu sırası şimdi tüm sınıfın bakışlar altında canını sıkıyordu bu bakışlar. “Babası mühendis” diye düşündü  “Bu yüzden bu kadar ilgi alaka”. Kendinin de babası yoktu, yani vardı elbette. Eh ağaç kavuğundan çıkmamıştı kimse herhalde, o hatırlamıyordu sadece. Babasının resmini görmüştü, mezarında. Evde pek resmi yoktu ya da annesi göstermemişti bilmiyordu. Kendisi ve annesinin kurtulduğu bir araba kazasında babasını kaybetmişti. Herkese göre bu mucize idi. O kaza sırasında bir haftalıktı, anne ve babası evleneli ise üç yıl olmuştu…

Elini pantolonun cebine soktu ve dün gece gelen nota baktı ezberlemişti. Çoktan ama sevgili Cazu’ nun yazısını hep çok sevmişti. “Saat 12.34 de mezarlıkta ol” yazıyordu…
***
Çocuk on iki buçukta mezarlıkta olmuştu, okulun son haftası olduğu için öğleden sonraları okula gelmemelerine öğretmenler müsaade ediyorlardı.  Mezarlıktaydı işte buna nasıl karşı koyabilirdi ki? Annesi bilse yine çok kızardı ama olsundu, ne olacaktı ki? Cazu onu çağırmıştı. Burada olmalıydı. Hem oturduğu banktan babasının mezarı da görülüyordu, yanına gitmese de buradan ona bakmak da yeterliydi. Mezarın aynına gidince nedense kötü kötü görüntüler beliriyordu gözlerinde yanan bir ağaç, harap bir araba, bir kıza yalvarırken görüyordu kendini, annesi de mezar başında huzursuz oluyordu bazen beraber geldiklerinde onun titrediğini ve tüylerinin diken-diken olduğunu irkildiğini fark ediyor, orada fazla kalmadan hemen eve dönüyorlardı.

İlk bankta oturup beklemeye başladı. Saat henüz gelmemişti. Bir güvercin seslendi ona işte o böyle düşünürken, gür sesiyle. Kuşu fark etmemek mümkün değildi. Kuş kafasını iki yana salladı, sanki çocuğu hayıflıyordu, sanki bu işe karışma kaç git evine der gibiydi. Dün akşam odasına gelen kuş değildi bu ama olsundu. Onu takip etti, çünkü öyle yapması gerekiyordu. Güvercin bu işten pek memnun değildi çocuktan kurtulmak için mi bilinmez bazen kaybola yazdı ortalıktan.

Biraz meşakkatli de olsa kuş önde o arkada ilerlediler mezarlığın kimsenin gitmediği virane kısımlara. Alacalı güvercin diğer kuşlar gibi sekerek değil, adım ata ata yürüyordu. Dikenlerle kaplı, sarı taşlardan yapılmış eski, yıkık, çökük üzerleri dikenler ve yılan delikleri ile kaplı mezarların yanına geldiklerinde yoldan ayrıldılar. Baharda dağ yamacından gelen suyun aktığı su kanalı mezarlığın doğal sınırıydı. Birde tarla sahiplerinin, tarlalarını mezarlıktan ayırmak için ördürttüğü uzun ama çok enli ve yüksek olmayan bir duvar vardı. Dere yatağının yönünün değişiyordu ancak duvar dümdüz devam ediyordu. Duvar mezarlığın bir ucundan bir ucana devam ededursun. Zamanla bazı taşları düşmüş yer yer boşlular oluşturmuştu, çocuk ve kuş böyle ancak bir futbol topunun geçebileceği bir boşluğun önünde durdular. Siz de o deliğin önünde durup baksanız onun alelade bir delik olduğunu düşünürdünüz boştu işte ve bakınca karşıyı görebiliyordunuz. Önce kuş sıçradı deliğin içine ve gözden kayboldu. Siz orada olsanız onun karşıdan çıkmasını beklerdiniz ancak bu boşa bir bekleyiş olurdu. Ve eğer bekleyen varsa evet boşa bekliyordu. Çocuk kuşun yok oluşunu her zaman ki hayretiyle seyretti, gülümsedi ve sonra o da ellerini deliğin iki yanına dayadı, başını deliğe yaklaştırdı. O an elektik süpürgesi ayağına dayadığında nasıl çekiliyorsa öyle hissetti, bu duygu severdi. Deliğin aksine yol çok genişti. Bilmem belki de yol yoktu boşlukta düşüyordu öylece. Açıkçası işin sırrını hala anlamamıştı. Aslında bunu çok da merak ettiği yoktu düşerken duyduğu heyecanın yanında merak çok basit kalırdı.
***
Deliği geçen yıl keşfetmişti. Babasının mezarına gitmişti, evet mezarın yanında huzursuz oluyordu ama babalar gününde oraya gitmek, diğer çocukların babalarına verdiği hediyelere eşti onun için, yalnız gitmişti. Siz yedi yaşında mezarlıklardan korka bilirsiniz ama Can korkmazdı. Babası ona “benim oğlum çok mert olacak” dermiş, göbek ismi de bu yüzden ‘Mert’miş. Ve göbek adı da olsa, adı Mert olan bir çocuk korkmaz, ne de olsa bu ismi de babası vermişti ve o bu isme layık bir çocuktu. Ve bir kuşu delikten girerken görmüş karşıdan çıkmayınca merak edip deliğe bakmıştı kuşun yuvasını görmeyi bekliyordu ama bir boşluk görmüştü. İçeriye bir taş fırlatmış taş boşlukta kaybolmuştu. Hayretle deliğe bakarken, derinden, deliğin içinden bir inleme sesi gelmişti. Merakla başını delikten içeri daldırınca çığlıklar atmış, düşmüş biraz yuvarlanmış ve onunla karşılaşmıştı, onun gibi dizleri üzerine çökmüş, başını ovuşturan bir kızla. “Neden içeriye taş attın ki bastı bacak, canımı yaktın” diye sitem etmişti kız, çocuk ise onlarca özür dilemiş ve böylece arkadaş olmuşlardı o günden sonra, Cazu çok küçük ve sevimli çocuğun yanına gelip gitmesi göz yumuyordu, çocukta ilk gördüğü anda dahi ondan korkmamış kendini ona bağlı hissetmişti. Genç kız onu sürekli göz önünde tutmaya çalışıyordu, içinde canından bir parça olan bu çocuğu yakınlığı bazen onu rahatsız ediyor ondan kaçması ve kurtulması gerektiğini düşünüyordu. Ama ondan o güne kadar kaçmamıştı. Bu gün işler değişecekti.

            “Cazu” diye bağırarak kızın boynuna atıldı, kız kendinden 13 ya da 14 yaş büyüktü. Bembeyaz bir teni, gece gibi kara saçları vardı ve gözleri güneş kadar sarıydı ama öyle mattılar ki insan onları görünce hüzünlenirdi. Sesi ise her zaman şarkı söyle gibi ahenkliydi, “Hoş geldin küçük adam” dedi çocuğun saçını okşarken. Bu gün Cazu’nun evinde farklı bir şeyler vardı, her zaman kaynayan kazan yoktu ortalıkta. Evet, bir kazan vardı büyük, bakırdan ama tertemizdi o eski kar-kar isli kazan olduğunu sanmıyordu. Rengârenk sıvılarla dolu şekil-şekil şişeler de yoktu etrafta, tahta kasalar vardı bir sürü. Çocuğun okuyamadığı kitaplar ise üst üste istiflenmiş ve keten iplerle bağlanmıştı. Duvarlardaki sarmaşıklar vardı eskiye ait değişmeyen tek şey olarak. Yerdeki dokuma halıya çöküp oturdu ikisi de çocuk Cazu’nun ikram etiği parlak renkli şerbeti iştahla içiyordu bir yanda da onu dinliyordu.
***
“Ben gidiyorum, gitmem gerekli ufaklık” derince bir nefes aldı “ama” diye ekledi çocuğun sevimli yüzüne bakarak “tekrar görüşeceğiz, sen büyüyeceksin ve beni unutacaksın, uzunca bir süre.”, çocuk üzülmüştü bu boğuk çıkan sesinden belliydi çok bir şey söylemdi ama evet ve hayırları bunu belli etmeye yetiyordu. “bugün gelen yeni sıra arkadaşını sevdin mi?” diye sordu kız, “Eh, biraz fazla heyecanlı, çok bağırıyor hem biliyor musun, onun annesi yok babası varmış biraz benim gibi değil mi?” bir onay bekliyordu. Cazu gülümsedi “Sana belki sandığından daha fazla benziyordur, onu ben yolladım senin yanına belki benim yokluğunda arkadaşlık edersiniz biraz ayarlama yaptım tabii, senin yalnız olduğunu biliyorum canım, burada yıllarını yalnız geçirsen senin için daha çok üzülecektim.” “Ama gitmesen, ben yalnız kalmam o zaman sende üzülmezsin bende üzülmem hem, gitme lütfen ben seni çok seviyorum” dedi çocuk kıza sarıldı ağlıyordu.  Cazu “Bende seni seviyorum bastı bacak ama gitmem lazım beni unutma emi” diyerek oğlanın alnına bir öpücük kondurdu.  Elinden kalkarak onu da kaldırdı, Süpürgesine bindi ayaklarını iki yandan sarkıttı, çocuğu da kendi gibi yan olarak oturtarak süpürgesini havalandırdı, küçük çocuk deliğe çarpacakları an gözlerini yumdu. Gözlerini açtığında mezarlığın orta yerinde oturmuş kalmıştı. Görünürde Cazu yoktu ama biraz ilerden duvarın yanından bir toz bulutu kalkıyordu, yıkılıp dökülen taş sesleri duyuyordu. Hemen ayağa kalkıp Cazu’nun kovuğuna koştu, delik biraz daha büyük gelmişti gözüne yine boş muş gibi içinden karşıdaki tarlalar görünüyordu ama bu kez gerçekten boştu oyuk, kolunu içine daldırdı duvarın içende omuzuna kadar uzattı konunu sadece boş bir duvara kolunu sokmuş oldu ama. Onunla birlikte mağarada ve her şeyde yok olmuştu anlaşılan. “Neden gitti” diye sordu, duvarın üzerine tünemiş ve dün gece kendisine mektubu getiren kuşa, kuş biraz yanına sokuldu acı çekiyormuş gibi bir güvercinden çok kargaya yakışacak bir sesle öttü. Ağır aksak adımlarla evine yollandı. “Gitmeseydi” diyordu sürekli, o annesinden sonra en sevdiği insandı. Son bir yıldır hep onunla vakit geçirmişti. Ona yardım etmişti. Hatta birkaç kez Cazu onu süpürgesine bindirmişti. Gece onu evinden almış biraz gezdirmiş, sonra geri getirmişti. Evet, “keşke gitmeseydi” ama gitmişti işte, Cazu.

Ve sonra olanlar oldu ve yaşananlar yaşandı. Cazu’nun veda hediyesi yeni arkadaşı Meliha ile zaman geçirdi. Büyüdü. Unuttuğu hatıralar olduğunu hatırlıyordu, zamanla babasının mezarını daha sık ziyaret etmeye başladı o anlarda gördüğü görüntüler onu korkutup rahatsız etse de görüntüler içinde çok net hatırlayamadığı am içinde bir ilgi uyandıran bir sima seçildiğini fark ediyordu artık. Onca zaman içinde pek çok hikâye yaşandı bizim hikâyemizle alakalı alakasız…
***
Neyin üzerinden uzun vakit geçtiğini bilmiyordu ama üzerinden çok vakit geçen önemli bir olay olmuştu. Bunu bilmese de hissediyordu. Ağzında yarım bir şarkı, yürüdüğü sokaklardan sapıp evine geldiğinde saat gece yarısını geçmişti. Annesi yatmış, uyumuştu. Masanın üzerinde atıştırmalık bir şeyler vardı. Boş boş dolaştığı sokakların verdiği şey sadece huzur değildi ona birazda yorgunluk yanına kar kalmıştı. Yatağının yanındaki masa lambasını açtı.  Üniversite sınavına çalıştığı onlarca test masanın üzerine yayılmış kitaplar ise bir köşeye yığılmıştı. Masanın üzerinde oraya ait olmayan zarfı biraz geç fark etti. “Yine bir vakıf üniversitesi tanıtımı olsa gerek” diye düşündü, annesi buraya bırakmış olmaydı. Ama ona dikkatli bakınca bir vakıf üniversitesinden daha çok Hogwarts’tan gelmiş bir mektuba benziyordu, gülümsedi, zarfa konulmamış parşömen üçe katlanış üçüncü katına da açılmasın diye mor mumla mühür basılmıştı. Bir a4 kâğıdından küçük olan mektubu pekte özenli olmayan bir tavırla açtı.

            Kâğıdın orta yerinde güzel bir yazıyla “Sen” yazıyordu, “Hazır ol. Büyük bir kayıp yaşayacaksın. Kaybının en büyük olduğu gecenin sabahında, başka kazançlarla uyanacaksın ama bu kazançlar seni mutlu edecek diye düşünme. Üzülme gidenlerin ardından. Gitmen yere git ve küsme bana…”
            Ne olduğu, kâğıtta neden bahsedildiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Öylece uyudu, uyudu ve uydu. Uyandığında öğlen saatleriydi, odasındaki aynaya baktı bir farklılık vardı yüzünün sol tarafında bir yara izi duruyordu, yeni bir şey değildi eski kapanmış bir yaraydı bu belli ama yıllardır baktığı yüzünde böyle bir yara olmadığını çok iyi biliyordu. Bir çığlık attı, durduk yere nereden geldiği belli olmayan bu yara ne zaman olmuştu dün gece olmuş olsa henüz kapanmamış olurdu, belli ki eskiydi ama olmazdı. Çığlığı çok şiddetli olmasına karşı annesinin gelmemesine bir anlam veremdi, elini yaranın üzerinde gezdirdi içi acıyordu, gözlerinden yaşlar boşaldı çöktüğü yerde ağladı ve ağladı, ama annesi hala gelmemişti, hıçkırarak doğruldu.  Annesine seslendi, cevap alamayınca odasına gitti kapısına tıkladı, içeri girdi ve onu öylece yerde kıvrılmış halde gördü. Yerde, huzur içinde uyuyordu. Ama uyanmıyordu ona seslendi, onu dürttü, gıdıkladı. Annesinin öldüğünü ise kadının elini tutunca anladı annesi buz kesmişti, o da taş kesti olduğu yerde o halde ne kadar kaldı bilmiyordu, yüzünü gördüğü an attığı çığlık şimdi attığı çığlığın yanında fısıltı gibi kalmıştı. Onun üzerine çöktü kendinden geçene kadar ağladı. Nefessiz kaldığı an bir kâbustan uyanmış gibi doğruldu oturduğu halde elleri ve ayaklarını kullanarak annesinden uzaklaştı. Acı içinde doğruldu,  birilerine haber vermesi gerektiğini fark ettiğinde hava kararmıştı. Rüzgârda sallanan bir yaprak gibi komşusunun evine kadar zorlukla gitti kapının önüne çöküp kapısını yumruklamaya başladı, kapıyı açan orta yaşlı adama bakmadı hala ağlıyordu, “Mert? Oğlum ne oldu” dedi adam, genç çocuğu omuzlarından tutarak ayağa kaldırdı,  yüzünü görünce ince bir inleme ile içini çekti çocuğun durumuna bu yeni, yaranın sebep olduğunu düşündü, hâlbuki onu dün gördüğünde yüzünde böyle bir iz yoktu. “Ziya amca, annem… Annem… Ölmüş… Evde” diye bildi ancak. Adam bir an çocuğu omuzlarında elini çekince yere kapaklandı ve kıvrılarak ağlamaya devam etti”, “Hanım!” diye bağırdığını duydu Ziya amcanın sonra koltukta oturduğunu içeri kırmızı mavi ışıklar ve siren seslerin dolduğunu fark edince ayağa kalkarak dışarı çıktı tüm mahalleri evlerinin önünde toplanmıştı. Polis arabalarının ve ambulansın siren sesleri gecenin karanlığı içinde silinirken, on sekiz yaşında annesiz kalmıştı.
***
            Yaşayan bir akrabası olmadığı için cenaze işleriyle okulunun müdürü ve beldenin imamı ilgilendi, o ise küçük yaşta büyümüş bir adam gibi dik durmaya çalışıyordu mezarlıktayken. Ama beceremiyordu bunu, ağlıyor ağlıyordu, susamıyordu, bütün kasaba oradaydı, arkadaşları, annesinin arkadaşları herkes. Annesi, on yedi yıl önce ölen babasının yanına gömüldü. Çocuk “Keşke beni de hemen öldürüp buraya annemle babamın yanına gömseler” diye iç geçiriyordu lakin ağlamaktan sesi çıkmıyordu. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı, yalnızca mezarın başında dua eden imam kaldı. İmam kırk gün boyunca gelip dua edip, mezara birer tane nohut ekip gitti. Sonraki her gün ve ondan sonra ki günlerde mezara giden tek kişi Mert’ti. Artık evde yemek yemiyor, uyumuyor yaşamıyordu adeta konuşmuyordu kimseyle, komşuların ilk günler getirdiği yemekler çürümüş ve küflenmişti, evde bir koku hâkimdi ama çocuk bu kokuyu almıyordu her gelen ise kokuyu duyup kaynağını arıyordu. Cenazeden sonraki iki ay boyunca tek tük insanlar başsağlığına geldi.

            Günler ruhunu ve bedenini eriterek geçerken o sanki günden güne yaşlanıyordu. Annesinin ölümünün üçüncü ayında günde ancak günde bir kez yemek yemeye başladı daha önceleri birer lokmayla geçiyordu günleri.

Çocuk bunları hiç umursamıyordu, o da cismen yaşasa da zihnen ölmüştü, her gün gece yarısına kadar mezarlıkta oturuyor sonra belki uyurum diye eve gidiyor ama uyuyamıyordu. Evde sadece salonda otuyor üst kata çıkmıyordu. Gözleri uykusuzluktan torbalaşmıştı. Nihayet odasına çıkmaya cesaret ettiği gün beklediği acıyı duymadı. Annesini cansız yatar bulduğu yer ona artık korkunç gelmiyordu. Yatağına yöneldi masa lambası hala yanıyordu neredeyse üç aydır üst kata çıkmamıştı. Karanlık istiyordu onu söndürmek için yanına gittiğinde mektubu gördü. Eline aldı bir kez daha okudu. Şimdi daha anlamlı gelmişti annesinin öleceğini işaret ettiğini şimdi anlıyordu, eğer o gün anlasa yanından bir an ayrılmazdı belki onunla birlikte ölürdü. Kuruduğunu sandığı gözyaşları tekrar akmaya başladı.
***
Usulca süzülüyordu. Öyle yavaş, öyle kendince bir süzülüş ki sanki zaman yoktu ve sanki hiçbir şey hareket etmiyordu. Sadece o, bu ılık masmavi boşlukta sağa sola yalpalayarak süzülüyordu.

            Sonra onu gördü, ağaç dallarından ve yeşil sarmaşıklardan yapılmış bir divan üstünde boylu boyunca yatıyordu. Yaşıyordu ama çok uzun zaman önce ölmüştü. Orada ki her şey bir yere gitmek için acele etmeden süzülürken o öylece demir atmıştı, ılık mavi ışığın içine. Kız boşlukta çırpınmaya başladı, boğulan birinin su üzerinde kalma çabasını andırıyordu yaptığı hareketler. Yürümeye zıplamaya çalışıyor, çırpınıyordu ama hızlanamıyordu. Sonra vaz geçit geçti kendini süzülüşe bıraktı, belki saatler belki günler sonra ya da çok daha uzun süre sonra yanına vardı onun. Çürümüş, morarmış yer yer kemikleri dışarı çıkmış ama hala yaşayan yaşlıca yüze baktı, gözünde yaşlar birikti “Keşke, keşke bu rüya olsaydı, ölmeseydin keşke ama, ama sen bunu hak etmedin, o günde benim hatam yüzümden öldünüz affetsen keşke beni, etmezsin biliyorum ama benim olanı almak zorundayım, buna mecburum yoksa işler içinden çıkılmaz bir hal alacak” gözünde biriken yaşlar usulca yüzüne damlıyordu kadın gözleri açtı ağzını araladı ama bir şey diyemedi. Kız ağladıkça, gözyaşlarının onu iyi olmasını diliyordu ama iyi olmadı kadın, öylece yatmaya devam etti. Etraftaki “şeyler” onlara aldırmadan bir yerlere gitmeye devam ediyordu, kız asasını çıkarttı, hızlı hareketlerle önce sol omuzunun hizasından aşağıya doğru çapraz şekilde bir çizgi çekti çizgi turuncu bir aleve dönüşüp dalgalanmaya başlayınca onu asasısın ucuyla yakaladı. Bir kırbacı şaklatır gibi çırptı ve daire biçimini alacak şekilde çevirmeye başladı “açıl” diye emretti ve turuncu alev çemberi mavi ve kızıl renkte bir alev küresi gibi yusyuvarlak duruverdi havada, yavaş yavaş büyüyerek içinden bir insanın sığacağı boyutlara geldi. Kız ölmeye devam eden kadının üzerine eğildi iki elini göğsünün üzerine koydu. Bir süre o halde durup düşüncelere daldı, sonra birden elini hızla çekti kadının göğsünde eline doğru bir sıcaklık yayıldı, kollarının etrafında dönerek omzuna doğru çıktı iki taraftan. Kalbinin hizasına gelince sıcaklık iki yandan kızın kalbine doğru aktı kız o an şiddetle sarsıldı, irkildi, nefesi kesildi kendi gelince artık iyiden iyiye büyümüş küreye yöneldi. Önce ellerini kürenin sınırına dayadı ve adımını kürenin içine attı. Kürenin içine girdikçe acı tüm vücudunu sardı, kör eden bir aydınlık içinde büzüldü, uzadı, esnedi, kasıldı, canı yandı. Gözlerini açtığında mezarlıkta diz üstü çökmüş ellerini toprağa dayamış ve ağlıyordu, ama hüzünden değil canı çok yandığı için ağlıyordu. Kıyafetleri ateşten yanmış saçları ve kaşları harlanmıştı. Artık kadının zihninin içinde değildi ve kadının artık tamamen öldüğünü biliyordu, yıllardır onu hayatta tutan kendi parçasını almıştı artık yaşayamazdı ve birkaç gün içinde burada olurdu cenaze onu beklemeliydi, çocuk mutlaka gelecekti.

            Aksayarak, adımlarını sayarak kör karanlık gecede yürüdü, ayaklarını dikenler kanattı, çalı çırpı elbisesine dolaştı. Sanki mezarlık onu tekrar istemiyordu. Kara geceyi, kara bir kuşun sesi böldü, sim siyah bir güvercin göründü, boynunda altın bir kolye varmış gibi parlıyordu kıza doğru hızla pike yaptı, bir refleksle kolunu siper etti yüzüne ama kuş gelip omuzuna kondu, kızın kulağını tıslama ile fısıldama arası bir sesle bir şey söyledi. Kız gözlerini kısıp karanlığa tekrar bakınca artık eskisi gibi karanlık olarak görmediğini fark etti, ama keyiflenemeyecek kadar canı yanıyordu. Eliyle kuşun başını gagasından başlayarak okşadı hırıltılı ama sevecen bir sesle “Teşekkür ederim canım” dedi güvercin keyifle öttü, mezarlığın kimsenin gitmediği virane kısımlara doğru yürümeyi daha emin adımlarla sürdürdü. Dikenlerle kaplı, sarı taşlardan yapılmış eski, yıkık, çökük üzerleri kapari ve yılan delikleri ile kaplı mezarların yanına geldiklerinde yoldan ayrıldılar. Baharda dağ yamacından gelen suyun aktığı su kanalı mezarlığın doğal sınırı idi birde tarla sahiplerinin, tarlalarını mezarlıktan ayırmak için ördürttüğü malum duvarın yanına geldikleri vakit, kız yıllar yılı inine girmek için kullandığı oyukluğu hemen buldu. Cebinden bir kese çıkarttı tüm o alevlere rağmen kesede hiçbir zarar yoktu. Onu açıp içindeki eflatun bir tozdan bir tutamını avucuna alıp delikten içeriye üfledi, oyuk tozun renginde daha açık bir renkte bir an için parladı. Tüm mezarlık uyandı bir an için sonra hepsi sonsuz uykularına geri döndüler, oyuk içinden gelen tıngırtılar ve zangırtılar kesildiğinde başını delikten içeri uzattı.

            İçerisi aydınlıktı ve her şey yerli yerinde görünüyordu. Başını delikten çıkartıp önce kuşu içire yolladı. Güvercin yıllar yılı tünediği kitaplık rafına minnetle kondu. Peşinden kız içeri girdi, üzerini değiştirdi. Yanıklarını anneannesinden öğrendiği merhemlerle ovarak acısını aldı ve kısacık süren çocukluğunda anneannesinin dizinin dibinde oynadığı, oynarken uyuya kaldığı minderde, acıları yavaş yavaş dinerek uyuya kaldı.

            Ertesi gün kimse ölmemişti anlaşılan, yani mutlaka birileri ölmüştü ama kimse mezarlığa gömülmedi, sonra ki günde kimse gömülmeye getirilmedi. Ama üçüncü günün öğle vakti bir cenaze alayı geldi ve çocuk da içlerindeydi, artık çocuk değildi, deli kanlıydı. Ama deli kanlı demedi ona “Can ne de çok büyümüş böyle” dedi, gülümsedi, kendinden utandı, kalabalığın dağılma bekledi, çocuk orada kaldı, ama yanına gitmedi ilk gün, o günde sonra onu günlerce, haftalarca, aylarca izledi, acısının dinmesini bekledi.

Bulutlu bir son bahar günü, Can yine mezarın başına gelip kas katı dikildi. Kız artık onun sızısını hissetmemeye başlayınca usulca ona sokuldu ve “Üç ayda, on yıldan fazla değişmişsin” dedi…

            Anlamsız bir dürtüyle, uyandı. “Uyandığıma göre uyumuş olmalıyım” dedi kendi kendine, ani bir kararla fazla düşünmeden yıkandı tıraş oldu. Çantasına biraz kıyafet doldurup sadece bisikletinin durduğunu garaja gidip onu aldı. Evi kilitledi, dönüp bir kez bakmadan pedal çevirmeye başlayarak bisikleti bankaya sürdü. Annesinin hesabından ona kalmış birikimden biraz aldı. Oradan mezarlığa girdi, bir son bahar gününe yakışır kapalı bir hava vardı, gök boşalmak için bir sebep bekliyordu. O ise nereye gittiğini ne yapacağını bilmiyordu ama bu kenti terk etmek için doğru zaman olduğunu biliyordu.
            Sonra onu gördü, kimseleri görmeyen gözü onu gördü, anne ve babasının mezarı başında dünya güzeli bir kız dikilmiş başı önde gözyaşı döküyordu. Onu hatırlıyordu. Hep hatırlıyordu sadece neyi hatırladığını bilmiyordu çoğu zaman.

Kız, çocuğa bakmadı ama geldiğini biliyordu, “Üç ayda, on yıldan fazla değişmişsin” dedi, çocuk baka kaldı kıza “Cazu” dedi heyecanla sanki en son dün görmüşte konuşmaları tamamlanamadan masadan kalkmış gibi konuşuyordu. Sanki hep vardı, sanki hiç gitmemiş hep oradaymış gibi konuşuyordu. Ama Cazu yıllardır yoktu işte “Neden yoktun. Kimse de yoktu zaten. Tamam, ama sende yoktun. Annemde gitti, bende gidiyorum zaten. Sen neden şimdi geldin?”


Kız yine hiç bakmadan cevap verdi ona “Evet, gidiyorsun biliyorum. Gitme isteğin ben gelince geldi buraya annen öleceğini biliyordu, o kazadan beri senin büyüdüğünde ölecekti o ve şimdi on sekiz yaşında olduğun gün o öldü. Ölümü senin doğum günüden üç hafta sonra değil senin ikince kez doğduğunun günün on sekizinci yıl dönümünde, kazanın olduğu günün, gün dönümünde oldu. Gel senle biraz konuşalım.” Dedi ve çocuğun elini tutup onu üçüncü sıradaki banka kadar yürüttü. Can çok heyecanlanmıştı ama bu heyecan sırlar öğrenecek olmanın değil, Cazu’nun elini tutmanın, sim siyah saçlarına ve bal sarısı gözlerin bakmanın heyecanıydı. Kendinden utandı biran. Ve Cazu’yu dinlemeye koyuldu. 

0 yorum: